KUR'AN-I KERİM İNDEKS
11
– HûD SÛRESİ
Mekke’de
indirilmiş olup 123 âyettir. Bu sûrede başka
peygamberler ve konular anlatılmakla beraber,
onlardan Hûd (a.s.)’ın seçilmesi, bu vesile ile
onun hak dini tebliğ etmekteki gayretlerini ebedileştirme
gayesine hizmet etmektedir. Bir önceki Yûnus sûresinde
olduğu gibi tevhid, nübüvvet ve ölümden sonra
diriliş gibi akide esaslarını, özellikle
Kur’ân’ın Allah kelamı olduğu gerçeğini
vurgular. Bu itibarla Yûnus sûresinin yanına
konulmuştur. Sûrede Hz. Peygamber (a.s.) ile müminleri
teselli etmek için, daha önceki kardeşleri olan
Hz. Nûh, Hz. Hûd, Hz. Salih, Hz. Şuayb, Hz. Mûsâ
ve Hz. Harun’un (aleyhimüsselam) tebliğlerine
tafsilatlı olarak yer verilir. Sûre, kıssaları
zikretmenin hikmetini bildirir ve başlangıcında
olduğu gibi, hatimesinde de tevhid akidesini
vurgulayarak sona erer.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1
– Elif, Lâm, Râ.
Bu öyle bir kitaptır ki âyetleri en kesin
delillerle desteklenmiş, sonra da güzelce açıklanmış,
tam hüküm
ve hikmet sahibi, her şeyden haberdar olan (hakîm
ve habîr) tarafından gönderilmiştir.
[2,1]
2
– Bundan maksat,
Allah’tan başkasına ibadet etmemenizdir.
Gerçek
şu ki: Ben sizi cennetle müjdelemek ve cehennemle
uyarmak için O’nun tarafından gönderilmiş
bulunuyorum. [21,25; 16,36]
3
– Bir maksat da
şudur: Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra ona
tövbe edin.
O’na dönün
ki belirlenmiş bir ömür süresinin sonuna kadar
sizi nimetleriyle yaşatsın ve faziletli bir
hayat sürenlere, lütuf ve fazlından mükâfatlarını
versin.
Fakat
imandan yüz çevirirseniz sizin tepenize inecek o müthiş
günün azabından korkarım. [16,97]
4
– Zaten hepinizin
toptan döneceği yer, O’nun huzurudur. O da
istediği her şeyi yapmaya kadirdir.
5
– Dikkat edin, işin
farkına varın: O kâfirler, eğilip bükülerek
haktan yançizer, böylece Peygamberden gizlenmek
isterler.
(Aslında
Allah’tan kaçıp saklanmak isterler, ama nasıl
saklanabilirler ki!)
Onlar örtülerine
büründükleri zaman dahi Allah onların içlerinde
gizlediklerini de, açığa vurduklarını
da pek iyi bilir.
Çünkü O
bütün sinelerin kökünü, künhünü dahi bilir.
6
– Yeryüzünde kımıldayan
hiçbir canlı yoktur ki onun rızkı
Allah’a ait olmasın.
Allah her
canlının hayatını geçirdiği
yeri de, öleceği yeri de bilir. Bütün bunlar apaçık
bir kitaptadır.[2,44;
29,17; 6,59]{KM, Mezmurlar 104, 11-12; 155,15-16}
Allah
onun müstekarrını
da, müstevdaını da bilir, yani yerleştiği yeri de,
emaneten bulunduğu yeri de bilir. Durduğu,
oturduğu yeri de, gezdiği ve dolaştığı
yeri de bilir. Babasının sulbündeki durumunu
da, ana rahmindeki durumunu da bilir. Yattığı
yeri de bilir, öleceği yeri veya öleceği
vakti de bilir. Bütün bunları bilir de ona göre
rızkını verir. Bütün o kımıldayan
canlılar, onların rızıkları, müstekarları
ve müstevda’ları takdir olunup Levh-i Mahfuz’a
yazılmış, Allah’ın ilminden yaratılış
alanına çıkarılmıştır ki
bu Kitabı görebilen melekler oradaki yazıyı
açıktan okur ve anlarlar.
İşte
Allah’ın ilim ve kudreti öyle geniş ve fazl-ı
keremi ile rububiyeti de böyle kapsamlıdır.
Şu halde insan rızkını Allah’tan
istemeli. Fakat rızık için değil, Allah
için çalışmalıdır. Rızık
meselesi o kadar endişe edecek bir şey değildir.
Allah’tan başkasından rızık
beklemek boşunadır.
7
– Hem O’dur ki gökleri
ve yeri altı günde yarattı. Bundan önce ise
Arş’ı su üstünde idi.
Bu kâinatı
yaratması sizden hanginizin daha güzel iş
ortaya koyacağını imtihan etmek içindir.
Böyle iken
sen onlara “öldükten sonra elbette dirileceksiniz”
dersen, o kâfirler bunu haber veren Kur’ân’ı
kasdederek “Bu, aldatıcı olma yönünden,
besbelli bir büyüden başka bir şey değil!”
derler. [23,115-116; 38,27;
18,7; 43,87; 75, 6,36]
8
– Şayet Biz
kendilerine azap göndermeyi belirli bir zamana kadar
ertelersek: “Bu azabı alıkoyan sebep nedir?”
derler.
İyi
bilin ki o azap başlarına geldiği gün,
artık onlardan geriye çevrilmez
ve alaya
aldıkları o azap, kendilerini çepeçevre kuşatmış
olur.”
9
– Eğer insana
tarafımızdan bir rahmet tattırır,
sonra o nimeti geri alırsak o, son derece ümitsiz,
son derece nankör olur.
10
– Fakat başına
gelen bir dertten sonra kendisine bir nimet tattırırsak:
“Artık
bütün dertler ve belalar bir daha gelmemek üzere
bitti gitti!” der, sevinir, övünür durur.
11
– Ancak her iki
halde de sabredip makbul ve güzel işler yapanlar
başka!
İşte
onlar için pek geniş bir mağfiret ve pek büyük
bir mükâfat vardır. [103,1-3;
36,11; 2,25]
Bu
son bölümün, daha önce 7. âyette geçen imtihan
konusu ile sıkı sıkıya ilgisi vardır.
Zira gerek nimetlerin verilmesi, gerek dertlerin
verilmesi, imtihan mevsimlerinden birer mevsimdir ve o
âyette mücmel olan imtihanın tafsilatı
kabilindendir. Mümine düşen, her iki halde de
itidal ve istikametten ayrılmamaktır.
12
– İmdi, senin
de muhatap olduğun imtihan icabı ey Resûlüm,
o müşriklerin:
“Ona bir
hazine indirilse ya!” veya “beraberinde bir melek
gelse ya!” demelerinden ötürü,
belki de göğsün
daralarak sana vahyolunanın bir kısmını
terkedecek olursun.
Fakat sen böyle
yapmazsın ve yapma! Zira sen sadece uyaran bir elçisin.
Bütün işleri
düzenleyen, herkese lâyık olduğu neticeyi
verecek olan ise Allah Teâladır. [3,
173; 25,7-8; 15,97-98]
13
– Yoksa “Kur’ân’ı
kendisi uydurmuş” mu diyorlar.
De ki: “İddianızda
tutarlı iseniz, haydi belagatta onunkine benzer on
sûre getirin,
isterse
kendi uydurmanız olsun ve Allah’tan başka çağırabileceğiniz
herkesi de yardımınıza çağırın!
[2,23; 10,38]
Kur’ân,
önce Kur’ân ayarında bir söz, bir eser ortaya
koymalarını isteyerek insanlara, meydan okudu.
Bunu yapamayınca, belagat ve tesirde onun ayarında,
bari on sûre miktarında bir nazire istedi. “Söylenen
şeylerin gerçek olması da şart değil,
uydurma, rastgele şeyler dahi söyleyebilirsiniz”
diye serbestlik tanıdı. Bunu da yapamadılar
(10,38-39). Bu hem arap ediplerinin en mahir oldukları
alandaki aczlerini, hem de putlarının
aczlerini ortaya koymuş oluyor, böylece Kur’ân’ın
Allah kelamı olduğu kesinleşiyordu.
14
– Eğer bu dâvetinizi
kabul etmezlerse, bilin ki o ancak Allah’ın
ilmiyle indirilmiştir ve O’ndan başka ilah
yoktur.
Nasıl,
artık hakka teslim olup müslüman oluyorsunuz değil
mi?
15
– Kim dünya hayatını
ve dünyanın zinet ve şatafatını
isterse,
Biz orada
onların işlerinin karşılığını
kendilerine tam tamına öderiz ve onlara dünyada
asla haksızlık yapılmaz.
[17,18-21; 42,20; 2,201]
16
– Fakat onlara âhirette
ateşten başka bir şey yoktur.
Onların
dünyada yaptıkları bütün işler hatta
iyilikler bile heder olmuştur, bütün yaptıkları
boşa gitmiştir.
17
– Rabbi tarafından
gönderilen kesin delile (Kur’ân’a) dayanan,
peşinden
de o delili destekleyen (diğer mûcizelerden şahitleri)
bulunan, daha önce de rehber ve rahmet olarak gönderilmiş
Mûsâ’nın kitabı ile tasdik edilen kimse,
yalnız dünya hayatını arzu eden gibi
olur mu?
İşte
bu kesin delile dayananlar Kur’ân’a iman ederler.
Hangi zümre
de onu reddederse bilsin ki varacağı yer ateştir.
Bunda hiç şüphen olmasın.
Çünkü o
Rabbinden gelen hakikatin ta kendisidir; fakat insanların
çoğu buna iman etmezler. [30,30;
6,19; 2,1-2; 12,103]
Bunda
hiç şüphen olmasın. Yani Kur’ân’ın
Allah tarafından gönderildiğinde şüpheye
yer yoktur.
18
– Uydurduğu bir
yalanı Allah’a isnad edenden daha zalim kim
olabilir?
Onlar
Rab’lerinin huzuruna getirilecek ve şahitler de:
“İşte Rab’leri hakkında yalan
uyduranlar! İyi biliniz ki Allah’ın lâneti
zalimlerin üzerinedir” diyeceklerdir.
19
– O zalimler ki
insanları Allah yolundan çevirirler ve onu eğri
göstermek isterler. Âhireti de inkâr ederler.
20
– Allah onları
azaba uğratmak isterse, onlar dünyadan kaçıp
Allah’ın hükmünden kurtulamazlar.
Allah’tan
başka kendilerini koruyacak hâmiler de bulamazlar.
Onların azabı kat kat olur.
Çünkü
hakkı işitmeye tahammül edemiyorlardı.
Hem de gerçeği görmüyorlardı. [6,134;
67,10; 16,88]
21
– İşte
bunlar kendilerini büyük ziyana uğratmışlar
ve
uydurdukları şerikler, sözüm ona hamileri de
kendilerinden uzaklaşmış, ortalıkta
görünmez olmuşlardır. [46,6;
19,81-82; 29,25; 2,166]
22
– Hiç şüphe
yok ki âhirette en büyük hüsrana uğrayanlar
bunlardır.
23
– Fakat iman edip
makbul ve güzel işler yapanlar
ve mevlâlarına
gönülden bağlanıp itaat edenler ise
cennetliktir.
Onlar orada
ebedî kalacaklardır.
24
– Bu iki zümrenin
durumu, tıpkı âma ve sağıra kıyasla,
gören ve işiten kimsenin durumu gibidir.
Bunların
hali hiç eşit olur mu? Artık düşünüp
ibret almaz mısınız? [8,23;
35,19-24; 59,20]
25-26
– Gerçekten Biz
vaktiyle, Nuh’u kendi halkına gönderdik, şunu
ilan etsin diye:
“Bilesiniz
ki ben sizi açıkça uyarmaya geldim. Sakın
Allah’tan başkasına ibadet etmeyin.
Doğrusu,
bu gidişle, ben sizin canınızı
yakacak, gayet acı bir günün azabına uğramanızdan
endişe ederim.”
[7,59-64] {KM, Tekvin 6,5; 8,15}
27
– Buna karşı
halkının ileri gelen kâfirleri hep birden
kalkıp:
“Bize göre,
sen sadece bizim gibi bir insansın, bizden farkın
yoktur.
Hem sonra
senin peşinden gidenler toplumumuzun en düşük
kimseleri, bu da gözler önünde!
Ayrıca
sizin bize karşı bir meziyetiniz olduğunu
da görmüyoruz.
Bilakis
sizin yalancı olduğunuzu düşünüyoruz”
dediler. [23,24]
28
– Nuh şöyle
cevap verdi: “Ey benim halkım! Düşünün
bir kere: Ya ben Rabbimden gelen çok âşikâr bir
belgeye, kesin delile dayanıyorsam,
ya O, bana
tarafından bir nübüvvet vermiş, bunlar size
gizli kalmış da siz görememişseniz?
Ne yapalım,
istemediğiniz o rahmete girmeye sizi zorlayabilir
miyiz?”
29
– “Hem ey halkım!
Bu tebliğimden ötürü sizden maddî bir karşılık
istiyor değilim.
Benim mükâfatımı
verecek olan yalnız Allah Teâladır.
Ben o iman
edenleri kovacak da değilim. Elbette onlar
Rab’lerine kavuşacaklar (O da onları imanlarından
dolayı ödüllendirecektir). Ama ben sizin cehalet
içinde yuvarlanan bir toplum olduğunuzu görüyorum.”
[6,52-53; 10,72; 26, 111]
30
– “Hem ey
milletim! Ben onları kovacak olsam
Allah
indinde bu sorumluluktan beni kim kurtarabilir,
Kim bana
yardım edebilir? Artık bir düşünmez
misiniz?
31
– Ben size:
“Allah’ın hazineleri benim elimdedir”
yok: “Ben
gaybı bilirim”
yok: “Ben
bir meleğim” demiyorum.
Hor gördüğünüz
müminlere “Allah hiçbir hayır, hiçbir meziyet
vermez” de demem. Allah onların içlerinde olanı
pek iyi bilir.
Böyle bir
şey yaptığım takdirde ben elbette
zalimlerden olurum.”
[6,50]
32
– “Ey Nûh!
dediler. Bizimle mücadele ettin, bu mücadelende de
hayli ileri gittin.
Yeter artık,
eğer doğru söyleyenlerden isen haydi bizi
tehdit edip durduğun o azabı getir de görelim!”
33
– Nuh cevap verip
dedi ki: “Onu, dilerse ancak Allah getirir
ve O’nun
elinden siz asla kaçıp kurtulamazsınız.”
34
– Allah sizin helâkinizi
dilemişse, ben sizin iyiliğinizi arzu etsem
bile,
size öğüt
verip iyiliğinizi istemem size fayda etmez.
Rabbiniz
O’dur ve siz O’nun huzuruna götürüleceksiniz.”
35
– Yoksa “Kur’ân’ı,
kendisi uydurdu!” mu diyorlar? De ki? “Eğer
uydurdumsa günahı bana aittir.
Ama ben de
sizin işlediğiniz suçlardan beriyim.”
36-37
– Nuh’a şöyle
vahyolundu ki: “Artık halkından, daha önce
iman etmiş olanlar dışında, hiç
kimse iman etmeyecek.
Öyleyse o
kâfirlerin yaptıklarından dolayı
kederlenme de,
Bizim gözetimimiz
altında ve vahyimiz doğrultusunda, gemiyi yap
ve o zalimler lehinde Ben’den hiçbir ricada bulunma.
Çünkü
onlar suda boğulacaklardır.”
[23,27; 71,26; 54,10]
38
– Nuh gemiyi yapıyor,
halkından ileri gelenler her ne zaman yanından
geçseler onunla alay ediyorlardı.
Nuh da:
“Siz, dedi; şimdi bizimle alay ediyorsanız,
elbet bizim de sizinle alay edeceğimiz bir gün
gelir.”
39
– “Artık rüsvay
edecek azabın kime gelip çatacağını,
ayrıca âhiretteki daimi azabın da kimin üzerine
ineceğini yakında görüp öğrenirsiniz.”
40
– Nihayet emrimiz
gelip de tennur kaynadığı zaman Nuh’a
dedik ki:
“Her
hayvan türünden erkekli dişili ikişer eş
ile
haklarında
helâk hükmü verilmiş olanları hariç olmak
üzere, aileni
bir de iman
edenleri
gemiye
al.”
Zaten
beraberinde iman eden pek az insan vardı. [3,7;
26,119-121; 54,11-14] {KM, Tekvin 7,13; I Pier 3,20;
2,5}
Tennur: kapalı ocak, fırın mânasına gelir. Türkçeye
tandır olarak geçmiştir. Bu kelime
Tefsirlerde farklı anlayışlara imkân
vermiştir. Hz. Havva’dan kalan ve Hz. Nuh’a
intikal eden taştan bir ocak, gemide suyun toplanıp
biriktiği yer, yeryüzünün fışkıran
sular sebebiyle kaynaması, tan yerinin ağarması
gibi birbirinden uzak mânalar düşünülmüştür.
Elmalılı Hamdi Yazır, tennur’un,
bu geminin kazanla çalışan buharlı bir
gemi, bir vapur olduğunu düşündürdüğünü
yazar.
41
– Nuh dedi ki
“Binin gemiye! Onun yüzüp gitmesi de, durması
da Allah’ın adıyladır.
Gerçekten
Rabbim gafurdur, rahîmdir” (affı, rahmet ve
ihsanı pek boldur).
42
– Gemi onları
dağlar gibi dalgalar arasından geçirirken,
Nuh biraz
ötede olan oğluna: “Evladım, gel sen de
bizimle gemiye bin de
kâfirlerle
beraber kalma!” diye seslendi. [69,11-12;
54,13-15]
Onun
bu oğlu, küfrünü içinde gizleyip açığa
vurmadığı için, (Hz. Nuh) onu iman
ehlinden sayıp gemiye almak istemişti.
43
– O: “Beni sudan
koruyacak bir dağa sığınırım”
dedi.
Nuh ise:
“Bugün Allah’ın helâk emrinden koruyacak hiçbir
kuvvet yoktur. Ancak O’nun merhamet ettiği
kurtulur” derdemez,
birden
aralarına dalga girdi, ve oğlu boğulanlardan
oldu.
44
– Kâfirler boğulduktan
sonra yerle göğe:
“Ey yer
suyunu yut ve sen ey gök suyunu tut!” diye emir
buyuruldu.
Su çekildi,
iş bitirildi ve gemi Cudi üzerinde yerleşti
ve
“Kahrolsun o zalimler!” denildi.
{KM, Tekvin 8,4}
Cudi,
Türkiye’nin Güneydoğusunda Şırnak
civarında 2000 m. yüksekliğinde bir dağdır.
Tevrat, Ararat Dağına yerleştiğini
bildirir (Tekvin, 8,4). Hz. Nuh’un Irak tarafında
irşadda bulunduğunu düşünmek daha
makuldür. Cudi ismiyle Musul, Cizre ve Şam’da
birer dağ bulunduğu rivayet edilmektedir.
45
– Nuh Rabbine hitâb
edip: “Ya Rabbî, dedi, elbette boğulan oğlum
da ailemdendi, öz evladımdı.
(Halbuki
ben onları gemiye alırken Sen bana
kurtulacaklarını, müjdelemiştin).
Senin
vaadin elbette haktır ve Sen hâkimlerin hâkimisin!”
46
– “Ey Nuh!”
buyurdu Allah, “O senin ailenden değil. Çünkü
o, dürüst iş yapan, temiz bir insan değildi.
O halde,
hakkında kesin bilgin olmayan bir şeyi Benden
isteme.
Cahilce bir
davranışta bulunmayasın diye sana öğüt
veriyorum.”
Cenab-ı
Allah’ın bu buyruğundan kasdı şudur:
“Senin bu oğlun, kurtarmayı vaad ettiğim
aile fertlerinden değildi. Çünkü kâfir idi. Kâfir
senin ailenden sayılmaz. Zira müminle kâfir arasında
velâyet yoktur.”
47
– “Ya Rabbî, dedi,
hakkında kesin bilgim olmayan şeyi istemekten
Sana sığınırım.
Eğer
beni affetmez, bana merhamet etmezsen, herşeyi
kaybedenlerden olurum.”
48
– “Ey Nuh! denildi,
sana ve beraberinde bulunan mümin topluluklara Bizim
tarafımızdan bir selâmet ve çok bereketlerle
gemiden in!
Gelecek
nesiller içinde niceleri de olacak ki onları dünyada
bir müddet yaşatacağız,
sonra da
Bizden onlara gayet acı bir azap dokunacaktır.”
[2,38]
49
– İşte
bunlar gayb olan birtakım haberlerdir. Onları
sana Biz vahyediyoruz.
Halbuki bu
vahiyden önce onları ne sen, ne de milletin
bilmezdiniz.
Öyleyse
onların red ve inkârlarına karşı
sabret,
dişini
sık ve şüphen olmasın ki hayırlı
akıbet müttakilerindir. (Sonunda kazananlar,
Allah’ı sayıp O’nun emirlerini çiğnemekten
sakınanlar olacaktır) [3,44;
28,46; 40,51; 37,171-172]
50
– Âd kavmine de,
kardeşleri Hûd’u peygamber olarak gönderdik.
O da: “Ey
benim halkım! Yalnız Allah’a ibadet edin,
zaten sizin O’ndan başka bir ilahınız
yoktur. Siz şirk koşmakla iftira etmekten başka
bir şey yapmıyorsunuz!”
51
– “Ey milletim!
Risaleti tebliğden dolayı sizden hiçbir ücret
beklemiyorum.
Ben mükâfatımı
yalnız ve yalnız beni yaratandan beklerim. Hiç
düşünmez misiniz?”
52
– “Ey milletim!
Haydi Rabbinizden af dileyin, sonra ona tövbe edin,
O’na dönün
ki gökten size bol bol yağmur göndersin, gücünüze
güç katsın, n’olur, yüzçevirip suçlu duruma
düşmeyin!” [71,11]
53
– “Ey Hûd!
dediler, sen bize açık bir belge, bir mûcize
getirmedin.
Biz de
senin sözüne bakarak tanrılarımızı
bırakacak değiliz. Sana asla inanacak da değiliz.”
54-56
– “Galiba tanrılarımızdan
biri seni pek fena çarpmış!” demekten başka
bir şey söyleyemeyiz.
Hûd dedi
ki: “Ben Allah’ı şahit tutuyorum, siz de
şahid olun ki: ben sizin Allah’a şerik koştuklarınızdan
hiç birini tanımıyorum.
Artık
hepiniz toplanın, bana istediğiniz tuzağı
kurun, hiç göz açtırmayın, hiç süre tanımayın.
Ben benim
de, sizin de Rabbiniz olan Allah’a dayanıp güvendim.
Hiç bir
canlı yoktur ki mukadderatı Onun elinde olmasın.
Rabbim elbette tam istikamet üzeredir.” [10,71]
Allah’ın
yaptığı her iş doğrudur, güzeldir.
Onun rızası hakta, doğruluk ve
adalettedir. O, dürüstlüğün hâmisi, doğruların
yardımcısıdır.
57
– Eğer haktan
yüz çevirirseniz, ben müsterihim, zira size ulaştırmakla
görevli olduğum buyrukları size tebliğ
ettim.
Rabbim
dilerse, sizi gönderip yerinize başka bir topluluk
getirir.
Ama siz
O’na hiçbir şekilde zarar veremezsiniz.
Muhakkak ki
Rabbim her şeyi denetlemektedir.
Allah’ın
Hafîz, denetleyen olmasının anlamı
şudur:
Hiçbir
şey O’ndan saklanamaz. Bütün işlerinizi görüp
kaydettirir de ona göre karşılığını
verir.
58
– Azaba dair emrimiz
gelince Hûd ve beraberinde olan müminleri, tarafımızdan
bir rahmet eseri olarak kurtardık, onları pek
ağır bir azaptan selamete çıkardık.
Birinci
kurtarma Âd halkını imha eden kum fırtınasından,
ikincisi ise âhiret azabından kurtarmayı
ifade eder.
59-60
– İşte Âd
halkı buydu...
Rablerinin
âyetlerini inkâr ettiler, O’nun peygamberlerine
isyan ettiler ve Hakka karşı gelen her inatçı
zorbanın isteklerine uydular.
Hem bu dünyada
lânete tâbi tutuldular, hem de kıyamet gününde.
Evet, Âd
toplumu, Rab’lerini tanımayıp inkâr yolunu
tuttular.
Dikkat et:
Nasıl da defoldu gitti o Hûd’un kavmi Âd!
[53,50]
61
– Semûd kavmine de
kardeşleri Salih’i elçi olarak gönderdik.
“Ey benim
halkım!” dedi, “Yalnız Allah’a ibadet
edin,
çünkü
sizin O’ndan başka ilahınız yoktur.
Sizi
topraktan yetiştirip yaratan, sizi orada yaşatan
O’dur.
O halde
O’ndan mağfiret dileyin, yine O’na dönün, tövbe
edin.
Çünkü
Rabbim kullarına çok yakın ve onların tövbe
ve dualarını kabul edendir.” [2,186;
7,73-76; 26,155-159]
Şirke
yer veren inanç sistemlerinde, Allah’a ancak bazı
aracılar vasıtasıyla ulaşmanın
şart olduğu vurgulanır. Hz. Salih (a.s.),
insanların Rab’lerine perdesiz ve aracısız
yönelip niyaz edebileceğini bildiriyor.
62
– “Yahu Salih!”
dediler, “Sen şimdiye kadar ümit bağladığımız
bir kişi idin. Şimdi ne oldu sana. Ne diye
bizi atalarımızın taptığı
tanrılara tapmaktan vazgeçirmek istiyorsun?
Doğrusu,
senin çağırdığın bu fikrin doğruluğundan
şüphe içindeyiz, kuşkulanıyoruz.”
63-64
– Salih: “Ey
benim milletim!” dedi, “Şimdi söyleyin bakayım:
Şayet
ben Rabbimden gelen kesin delile dayanıyorsam ve O
bana tarafından bir nübüvvet lütfetmişse?
Peki bu
durumda ben kalkıp Allah’a isyan edersem, O’nun
cezasından kim beni kurtarabilir?
Sizin bana
hiçbir faydanız olamaz, olsa olsa ziyanımı
artırırsınız.
Hem Ey
milletim! İşte size mûcize olarak Allah’ın
devesi!
Bırakın
onu Allah’ın mülkünde yayılsın, yesin
içsin.
Sakın
kötü bir maksatla ona el sürmeyin, yoksa çok geçmez
sizi bir azap kıstırıverir.”
[7,33]
65
– Fakat halk o
deveyi tepeleyince Salih onlara: “Yurdunuzda üç günlük
bir ömrünüz kaldı. Sonra helâk olacaksınız.
İşte hilafı olmayan kesin söz!” dedi.
[7,77]
66
– Azap emrimiz
gelince, tarafımızdan bir lütuf olarak
Salih’i ve beraberindeki müminleri azaptan ve o günün
zilletinden kurtardık.
Şüphesiz
ki senin Rabbin kavî ve azîzdir (çok kuvvetlidir,
mutlak galiptir).
67-68
– Zulmedenleri ise
o korkunç ses tutuverdi de diyarlarında çökekaldılar.
Sanki hiç
orada yaşamamış gibi oldular, ortadan
silindiler.
Evet... inkâr
etti Rabbini Semûd milleti.
Evet, işte
onun için defolup gitti Semûd milleti!
69
– Bir zaman da elçilerimiz
İbrâhim’e varıp onu müjdelemek üzere
“Selam sana!” dediler.
O da: Size
de Selam!” deyip çok kalmadan, elinde nefis, güzelce
kızartılmış körpe bir dana getirip
ikram etti. [51,26-27;
15,52-62] {KM, Tekvin 18. bölüm}
70
– Ama misafirlerinin
ellerini yemeğe uzatmadıklarını görünce,
onların bu hali hoşuna gitmedi
ve onlardan
kuşkulandı, kalbine bir korku girdi.
“Korkma!”
dediler. “Çünkü biz aslında Lût kavmini imha
etmek için gönderildik.”
Lût
(a.s.), Hz. İbrâhim (a.s.)’ın yakın
akrabasından olup onun şeriatı üzere gönderilmiş
bir Peygamberdi. Durum Hz. İbrâhim ile de ilgili
olduğundan, Lût kavminin kıssasına giriş
mahiyetinde Hz. İbrâhim’den bahsedilmiştir.
71
– Bu sırada
hanımı da, hizmet için ayakta durmuş,
onları dinliyordu.
Bunu işitince
korkusunun geçmesinden ötürü gülümsedi.
Biz de onu
İshak’ın, onun peşinden de Yâkub’un
doğumu ile müjdeledik. [2,133;
15,54] {KM, Tekvin 17,17.19; 18,12,15}
72
– İbrâhim’in
hanımı: “Ay! dedi, ben bir kocakarı,
kocam da bir pir iken ben mi doğuracağım!
Doğrusu
bu çok şaşılacak bir şey!”
{KM, Tekvin 18,12}
73
– Elçi melekler:
“Sen, dediler, Allah’ın emrine mi şaşırıyorsun?
Ey ehl-i
beyt! Allah’ın rahmeti ve bereketi sizin üzerinize
olsun.
O gerçekten
her türlü hamde lâyıktır, hayır ve
ihsanı boldur.”
74-75
– Vaktaki İbrâhim’in
kalbinden korku geçip gitti ve ona müjde geldi,
hemen tuttu
Lût’un halkı hakkında bizimle mücadeleye
başladı.
Çünkü
İbrâhim çok yumuşak huylu, yufka yürekli ve
kendisini Allah’a teslim eden bir kuldu.
[9,114] {KM, Tekvin 23,32}
76
– “İbrâhim!
Vazgeç sen bu işten.
İşte
Rabbinin helâk emri gelip çattı ve hiç şüphe
yok ki onlara, geri çeviremeyecekleri bir azap geliyor.”
77
– O elçilerimiz Lût’a
gelince o fena halde sıkıldı, onlar yüzünden
göğsü daraldı ve:
“Gerçekten
bu gün pek çetin bir gün!” dedi.
{KM, Tekvin 19,1-25}
78
– Esasen kötü işler
yapagelen halkı, kötü niyetle koşa koşa
Lût’a geldiler,
Lût: “Ey
milletim! dedi, işte kızlarım! Onlar
sizin için nikâh akdi ile, daha temiz, şaibeden
daha uzaktır.
Öyle ise
Allah’tan korkun, emirlerini, çiğnemekten sakının
da
bari
misafirlerimin yanında beni rüsvay etmeyin, yok mu
içinizde aklı başında bir adam? [26,165-166;
15,71-72]
Peygamber
ümmetinin babası durumunda olduğundan halkının
kızları hakkında böyle söylemiştir.
Onları nikâhlayıp aile düzeni kurmalarını
istemiştir. Aynı şeyi bizzat kendi kızları
için de söylemiş olmasına mani yoktur.
79
– Şöyle
dediler: “Sen de pek iyi bilirsin ki senin kızlarında
hakkımız ve onlarla hiçbir alakamız
yoktur, onlarda gözümüz yoktur, ama sen bizim ne
istediğimizi pekâla biliyorsun!”
80
– “Keşke”
dedi, “size karşı yetecek bir gücüm olsaydı
veya pek sağlam
bir kaleye dayansaydım!”
81
– Melekler: “Lût!
dediler, Biz Allah’ın elçileri seninleyiz,
hiç merak
etme onlar size hiçbir kötülük yapamayacaklardır.
Haydi öyleyse,
gecenin bir bölümünde ailenle yola çık, yürü.
Beraberindekilerin
hiç biri geri dönüp bakmasın, yalnız eşin
bunun dışındadır.
Zira ötekilere
ulaşan hangi rüsvaylık varsa, ona da
gelecektir.
Onların
helâk olma zamanı sabah vaktidir.
Sahi! Sabah
da pek yakın değil mi?”
82-83
– Azap emrimiz
gelince o ülkenin üstünü altına çevirdik
ve üzerlerine
pişirilmiş balçıktan yapılıp
istif edilmiş ve Rabbinin nezdinde damgalanmış
taşlar yağdırdık.
Evet bu taşlar
şimdiki zalimlerden de uzak değildir. [51,33]
Damgalanıp
istif edilme kavramı, her taşın kime ve
nereye isabet edeceğinin ezelde takdir edildiğini
gösterir. Yoksa bunlara tesadüfî bir tabiat olayı
olarak bakmak doğru değildir. Çünkü gerçekte
tesadüf diye birşey yoktur, âlemleri yaratan yüce
kudretin tasarruf ve yönetimi vardır.
84
– Medyen halkına
da kardeşleri Şuaybı gönderdik. O da
onlara:
“Ey
milletim! dedi, yalnız Allah’a ibadet edin, çünkü
sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. Hem
ölçü ve tartıyı eksik tutmayın.
Ben sizin
bolluk içinde olduğunuzu görüyorum.
Ama böyle
devam edecek olursanız, sizi azapla kuşatacak
olan bir günden korkuyorum. [7,85-93]
Medyen,
Hz. İbrâhim (a.s.)’ın bu ismi taşıyan
oğlunun soyundan gelen bir toplum olup, Kızıldenizde
Akabe körfezinin doğu tarafında otururlardı.
Hz. Mûsâ Şuayb (a.s.)’a hizmet etmiş, ve
onun damadı olmuştur. Şuayb (a.s.)’ın
öğrettiklerine dikkat edilirse, zamanımız
medeniyetinin genel ahlâk anlayışını
özellikle ilgilendiren çok dersler bulunur.
85
– Ey milletim! Ölçü
ve tartıyı dengi dengine tam tutun,
halkın
hakkını yemeyin
ve ülkede
müfsitlik ederek fenalık yapmayın.
[6,152; 7,85]
86
– Eğer mümin
iseniz, Allah’ın helâlinden bıraktığı
kâr, sizin için daha hayırlıdır.
Ben sadece
sizin iyiliğinizi düşünerek öğüt
veriyorum, yoksa sizin üzerinizde bir bekçi değilim.”
[5,100]
87
– “Şuayb!
dediler, atalarımızın taptıkları
tanrılarımızı terketmeyi
yahut
mallarımız konusunda istediğimiz şekilde
davranmamızı senin namazın, ibadetin mi
emrediyor?
Aferin,
amma da akıllı, uslu bir adamsın ha!”
Kâfirler,
gerek kendilerini gerek bütün varlıkları
yaratıp varlıkta tutan Allah’ın
huzuruna namaz miracı ile çıkmanın
zevkini tadamazlar. Dolayısıyla bu,
kendilerine faydasız bir uğraş geldiğinden
namaz kılanlarla alayı öteden beri âdet
edinmişlerdir. Şuayb (a.s.)’ın toplumu
hayata kavuşturan mesajlarını, doğrudan
doğruya reddedemediklerinden, dolaylı yoldan
onları geçersiz kılmak niyeti ile, bütün
bunları onun kıldığı namaza bağlayarak
akılları sıra değersiz göstermeye
çalışmışlar, onun peygamberliği
ile alay etmek kasdıyla, namazı ile alay etmişlerdir.
88
– Şuayb: “Ey
halkım! dedi, ya ben Rabbimden gelen açık
delile dayanıyorsam
ve O, kendi
katından bana güzel bir nasip lutfetmişse?
O’na nankörlük
etmem doğru olur mu?
Hem ben
sizi birtakım şeylerden menederek kendim onları
işlemek istemiyorum ki!
İstediğim
tek şey, gücüm yettiğince ortamı düzeltmektir.
Muvaffak
olmam sadece Allah’ın yardımı ile olur.
Onun için ben de yalnız O’na dayanıyorum,
O’na yöneliyorum.
89
– Ey milletim! Bana
muhalif olmanız sakın sizi Nuh halkının,
yahut Hûd halkının, veyahut Semûd halkının
başına gelen felaketler gibi bir musîbete uğratmasın.
Lût kavmi
ise zaman ve mekân bakımından zaten uzağınızda
değil, bari onların başına gelen
felaketten ibret alın.
90
– Rabbinizden af ve
mağfiret dileyin, sonra günahlarınızdan
tövbe edip O’na sığının. O sizi
affeder ve korur. Çünkü Rabbim rahimdir, veduddur”
(pek merhametlidir, kullarını çok sever).
[85,14] {KM, Yeremya 31,3; I Yuhanna 4,8.16; Romalılar
5,8}
Bu
âyette, bir Peygamberin ağzından Cenab-ı
Allah vedûd olduğunu bildiriyor. İslâm’da
Allah ile kul münasebetlerinde sevginin yerinin ne
derece yüksek olduğunu, tek başına bu
isim göstermeye yeter. Zira Allah’ın yaratıklarını
çok seven ve onlar tarafından çok sevilen olduğunu
bildirir. Kulların en ideal vazifeleri Rabbe
ibadetleri olup ibadet, duyulan sevginin ifade
edilmesinin en ileri şeklidir. Allah’ı çok
seven, O’na daha çok ibadet eder. Bu sevgi gerçeğini
ispatlayan daha nice âyet ve hadis varken, bunu görmezlikten
gelen bir çok müsteşrikin bulunması oldukça
tuhaftır.
91
– Halkı ise
“Şuayb!” dediler, “söylediklerinin çoğunu
anlamıyoruz, kabul etmiyoruz.
Hem içimizde
seni pek zayıf görüyoruz, eğer senin üç beş
kişilik akraba grubunun hatırı olmasaydı
seni taşa tutar linç ederdik.
Bizim nazarımızda
senin hiç önemin yoktur.”
Anlamıyorlardı,
çünkü kulak vermiyorlardı, dikkatle
dinlemiyorlardı, vahiy ve nübüvvete önem
vermiyorlardı. Bütün fena insanlar gibi onlar da
başka insanları da kendileri gibi kötü
zannettiklerinden, şahsî çıkarlar peşinde
koşmayan ihlaslı insanlar olacağını
düşünemiyorlardı. Bu güzel insanların
yaptıkları değerli hizmetlerin arkasında
gizli niyetler, art düşünceler aramaya çalışıyorlardı.
92
– Şuayb: “Ey
milletim, demek akrabam sizin nazarınızda
Allah Teâladan daha mı kıymetli ki siz
O’nun buyruklarını arkanıza atıverdiniz.
Ama şunu
hiç unutmayın ki Rabbim, yaptığınız
bütün şeyleri ilmi ile ihata etmektedir.
93
– Ey milletim! Siz
vargücünüzle elinizden geleni yapın, ben de
vazifemi yapıyorum.
Zelil ve
perişan eden azabın kime geleceğini ve asıl
yalancının kim olduğunu yakında
bilip öğreneceksiniz.
Gelecek
azabı gözleyip bekleyin, ben de gözlüyorum.”
94-95
– Azap emrimiz
gelince, tarafımızdan bir lütuf olarak Şuayb
ve beraberindeki müminleri o azaptan kurtardık.
Zulmedenleri
ise o korkunç ses bastırıverdi de diyarlarında
çökekaldılar.
Sanki hiç
orada yaşamamış gibi oldular.
Evet, Semûd
halkı defolup gittiği gibi Medyen halkı
da defoldu gitti!
96-97
– Mûsâ’yı
da âyetlerimizle ve özellikle pek âşikâr bir
delil ile,
Firavun’a
ve ileri gelen adamlarına Peygamber olarak gönderdik.
Ama adamlar
tutup Firavunun emrine tâbi oldular.
Oysa
Firavun’un emri tutarlı ve doğru bir emir değildi.
[3,128; 7,60; 73,16;
79,21-26]
98
– O, kıyamet günü
halkının önüne düşecek, onları
ateşe götürecektir. Vardıkları o yer ne
fena bir yerdir! [7,38;
33,67]
99
– Bu dünyada da, kıyamet
gününde de peşlerindeki destek, lânet oldu. Ne kötü
bir destektir o destek!
[28,42; 40,46]
100
– İşte
sana bildirdiğimiz bu haberler, helâk olmuş
diyarların haberleri.
Onların
kiminin izleri hâlâ dururken, kimi biçilmiş ekin
gibi yok olmuştur.
101
– Biz onlara
zulmetmedik, asıl onlar kendi kendilerine
zulmettiler.
Rabbinin
azap emri gelince Allah’tan başka taptıkları
tanrılar kendilerine hiçbir fayda vermedi.
Hatta onların
ziyanlarını artırmaktan başka bir
şeye yaramadı.
102
– Halkı zalim
olan ülkeleri cezaya çarptırdığı
zaman Rabbinin çarpması işte böyle olur!
Şüphesiz
ki O’nun çarpması pek acı, pek çetindir!
103
– Bu anlatılan
olaylarda, âhiret azabından korkanlar için
elbette ibret ve ders vardır.
O gün, bütün
insanların bir araya toplandığı mahşer
günü olacaktır.
O gün bütün
gök ve yer ehlinin tanık olacağı gündür!
[40,51; 14,13-14; 18,47]
104
– Biz o günü
ancak belirli bir müddete kadar erteleriz.
Dünyanın
ömrü sınırsız ve sonsuz olarak devam
edip gitmeyecektir. O aslında, günleri sayılı
az bir süredir.
105
– O gün gelince,
Allah’ın izni olmaksızın hiç kimse
konuşamaz.
Artık
onlardan kimi bedbaht, kimi mutludur.
[78,38; 20,108; 42,7]
106
– Bedbahtlar
cehenneme atılacaklar.
Çektikleri
azabın dehşetinden, devamlı surette anırıp
canları çıkasıya feryad edecekler.
107
– Senin Rabbinin
dilemesi hariç, gökler ve yer durdukça, orada ebedî
kalacaklardır. Çünkü Rabbin dilediğini
yapar. [6,128; 14,48]
Bu
âyette cehennemliklerin cezası hakkında
“Rabbin dilediğini yapar”, 108. âyette
cennetlikler hakkında ise “kesintisi olmayan
ihsan” buyurulmasından bazı alimler cennetin
ebedî, cehennem azabının ise sonlu olacağı
neticesini çıkarmak istemişlerdir.
Rabbu’l-alemin ne dilerse onu yapar, kimse onun
iradesini sınırlayamaz. Fakat O, genellikle
bildiriyor ki âhiret âleminin devamını ve o
devam süresinde de azgınların ateşte
ebedî kalmalarını dilemiştir.
108
– Mutlu olanlar ise
cennettedirler.
Senin
Rabbinin dilemesi hariç gökler ve yer durdukça orada
ebedi kalacaklardır.
Kesintisi
olmayan bir ihsan içinde olacaklardır.
109
– Artık o müşriklerin
taptıkları şeylerin kendilerini ne feci
akıbete sürükleyeceğinden hiç şüphen
olmasın.
Daha önce
ataları nasıl tapınıyor idiyse
bunlar da onları taklid ederek öylece tapınıyorlar.
Biz de elbet müstehakları ne ise, eksiksiz tam tamına
ödeyeceğiz.
110
– Mûsâ’ya
Tevrat’ı verdik. Kur’ân hakkında senin
halkının yaptığı gibi onun hakkında
da ihtilaf edip kimi iman, kimi inkâr etti.
Şayet
Rabbinin, insanlara mühlet verme vaadi olmasaydı,
elbette haklarında nihâi hüküm verilmiş, iş
bitirilmiş olurdu.
Bu gerçeğe
rağmen, senin halkın hâla, Kur’ân’dan ve
azaptan yana şiddetli bir tereddüt ve şüphe
içindedir. [10,19; 17,15;
20,129-130; 6,156]
Meal,
Nesefî’nin yaptığı isabetli ve güzel
tefsire göre verilmiş, böylece konular arasında
ilişki kurulmuştur.
111
– Hiç şüphe
yok ki Rabbin herkesin işlerinin karşılığını
tam tamına ödeyecektir. Çünkü O, onların bütün
yaptıklarından haberdardır.
112
– Öyleyse ey Resulüm,
sen beraberinde olup tövbe edenlerle birlikte, sana nasıl
emredilmişse öyle dosdoğru hareket et.
Aşırı
gitmeyin. Çünkü O, yaptığınız her
şeyi görmekte olup işlerinizin karşılığını
da size verecektir.
113
– Bir de sakın
zulmedenlere meyletmeyin, sempati duymayın. Yoksa
size ateş dokunur.
Bu
âyetle ilgili olarak Hz. Peygamber (a.s.): “Hûd Sûresi
ve benzerleri beni ihtiyarlattı” buyurmuştur.
Kurtuluş doğruluktadır. Hedefe ulaşmanın
en kısa yolu doğruluktur. Böyle olmakla
beraber herhangi bir işte doğrunun hangi çizgide
olduğunu tayin etmek bazan çok zordur. Ayrıca
çeşitli noktalardan ilgisini kesip sarsılmadan
dosdoğru olan o çizgi üzerinde yürüyebilmek
daha zordur ve yine, istenilen hedefe ulaştıktan
sonra, doğruluk üzere sebat etmek büsbütün
zordur. İşte Efendimizi ihtiyarlatan,
kendisinden ziyade, ümmetinin istikameti koruyup
koruyamama endişesidir.
Aslında
sizin Allah’tan başka yardımcınız
yoktur. Sonra O’ndan da yardım görmezsiniz.
114
– Gündüzün iki
tarafında, gecenin gündüze yakın saatlerinde
namaz kıl.
Zira böyle
güzel işler insandan uzak olmayan günahları
silip giderir.
Bu, düşünen
ve ibret alanlara bir nasihattır.
[3,113; 20,130]
115
– Sabret, zira
Allah iyi davrananların mükâfatını zayi
etmez.
116
– Sizden önceki
nesillerde, dünyada fesat ve düzensizliği
menedecek, böylece onları helâk olmaktan
koruyacak idrâk ve fazilet sahipleri bulunmalı değil
miydi?
Onların
içinden görevlerini yaptıklarından ötürü
kurtardığımız az kimse var.
Zalimler
ise içinde bulundukları refahın ardına düştüler.
Doğrusu onlar suçlu kimselerdi.
Bu
âyet, iyiliği yayıp kötülüğü önlemeye
çalışmanın lüzumunu belirtmektedir. Âyetten
anlaşılan diğer bir husus şudur: Eğer
bir toplumda, iyilik için çalışanlar yeterli
sayıda iseler, genel azap, bir fırsat tanımak
için bir süre ertelenir. Eğer toplum, salihlere
hakka hizmet için izin vermiyorsa, o toplum helâkini
hazırlamış demektir.
117
– Rabbin, halkı
dürüst hareket eden hem kendi nefislerini, hem de
birbirlerini düzeltmeye çalışan diyarları,
haksız yere asla helâk etmez.
[43,76]
118-119
– Eğer Rabbin
dileseydi bütün insanları hakta ittifak eden bir
tek ümmet yapardı.
Fakat O bunu irade
etmediğinden ittifak etmemişlerdir
ve işte böylece
ihtilaf eder vaziyette devam edeceklerdir.
Ancak Rabbinin lütfederek
hakta birleşmeyi nasib ettiği kimseler bunun dışındadır.
Esasen O, insanları bunun için yaratmıştır.
Böylece, Rabbinin
“Ben cehennemi, bütün cin ve insanlardan müstehak
olanlarla dolduracağım” sözü gerçekleşecektir.
[11,99; 32,13; 51, 56]
“ve li zâlike halekahum” cümlesi şu iki tefsire elverişlidir.
Birincisi: Allah Teâla farklı olmalarını
dilemiştir, onları neticede ihtilafa düşmüş
olacakları bir şekilde var etmiştir.
(Buna göre lâm, akıbet ifade eder). İkincisi:
Zamiri, en yakın mezkûrla irtibatlandırıp,
Allah onları bu merhametine nail kılmak
gayesiyle yaratmıştır. Bu âyet, mukadder
bir soruya cevaptır. Hemen önceki kısımla
ilgili olarak insan: “Neden yeterli salih insanlar
yaratılmıyor?” gibi sorular soracak olursa
Allah, hikmeti ile insanlara tercih hakkı verip
sonuçlarına katlanma imkânını verdiğini
bildirmektedir.
120
– Peygamberlerin
haberlerinden, senin kalbini takviye edecek her şeyi
sana anlatıyoruz.
Bu sûrede de sana
hak ve gerçek, müminlere de bir öğüt ve talimat
gelmiştir.
121-122
– İman
etmeyenlere de de ki: “Siz yerinizde sayarak elinizden
geleni yapın, ama biz de çalışacağız,
gerekeni yapacağız.
Siz bizim için
felaket gözleyin bakalım, biz de eski ümmetlerin
başına gelen felaketlerin size gelmesini gözleyip
bekliyoruz.
123
– Bununla beraber, göklerin
ve yerin gaybını bilmek Allah’a mahsustur.
Bütün işler
hükmetmesi için O’na götürülür.
Öyleyse
sen yalnız O’na ibadet et, yalnız O’na
dayan, O’na güven.
Rabbin yaptıklarınızdan
asla habersiz değildir.
|