KUR'AN-I KERİM İNDEKS
18
– KEHF SÛRESİ
Mekkede
nâzil olmuş olup 110 âyettir. Sûre ihtiva ettiği
konulardan biri olan Ashab-ı kehf kıssası
vesilesi ile Kehf (mağara) sûresi diye adlandırılmıştır.
Bu sûre Ashab-ı kehf, Hz. Mûsâ (a.s.) ile Hz. Hızır
(a.s.), Hz. Zülkarneyn (a.s.) kıssalarını
nisbeten tafsilatlı olarak anlatır. Ayrıca
Hz. Âdem ile İblis kıssası, bazı
meseller yer alır. Sûre esas itibariyle imanı
temellendirerek, iman edenleri gayret ve himmete getirip,
kendilerini bekleyen zafer ve mükâfatı haber
vermekte, kâfirleri ise kendilerini bekleyen feci akıbeti
bildirmek suretiyle tehdit etmektedir.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1
– Hamd O Allah’a
mahsustur ki kuluna kitabı indirdi ve onun içine
tutarsız hiçbir şey koymadı.
2-4 – Dosdoğru bir
kitap olarak gönderdi. Ta ki Kendi nezdinde inkârcılar
için hazırladığı şiddetli azabı
bildirerek onları uyarsın.
Makbul ve güzel
işler yapan müminleri de ebediyyen içinde
kalacakları güzel bir mükâfatla müjdelesin ve
ta ki “Allah evlat edindi” diyenleri uyarsın.
5
– Bu hususta, ne
kendilerinin ne de babalarının hiçbir
bilgileri yoktur.
Ağızlarından
çıkan o söz ne dehşetli bir söz!
Ama onların
iddia ettikleri, sırf yalandan ibaret!
6
– Şimdi, bu söze
inanmazlarsa, demek sen onların ardına düşüp
nerdeyse kendi kendini yiyip tüketeceksin!
[26,3; 35,8; 16,127]
Bu
âyet Hz. Peygamberin (sallallahu aleyhi vesellem) tebliğ
görevine ve insanların hidâyete gelerek ebedî
helâkten kurtulmaları dâvasına ne kadar gönülden
bağlandığını ifade eder. Demek
ki bu gibi ifadeleri, Hz. Peygamberi tenkide yormamalıdır.
7
– Biz, dünyada
bulunan her şeyi ona bir zinet kıldık. Böylece
insanlardan kimin daha iyi iş gerçekleştireceğini
ortaya koymak istedik.
8
– Ve elbette Biz
onun üstünde ne varsa hepsini, kupkuru yapıp dümdüz
edeceğiz.
9
– Ne o, yoksa sen,
bizim âyetlerimiz içinde yalnız Ashab-ı kehf
ve rakîm’in mi ibrete şayan olduklarını
sandın? İş öyle değil!
Kur’ân
ve hadiste kesin bilgi varid olmayınca, müfessirler
birtakım rivâyetler nakletmişlerdir. Hıristiyan
geleneğinde M.S. 250 yıllarında Efes
şehrinde, dinlerini kurtarmak için, mağaraya
giren gençler kıssası vardır. Kehf sûresinde,
onların durumlarının nakledilmeleri söz
konusudur. Rakîm: Kitabe, yazıt mânasına
olup taş, maden veya diğer şeylerden
olabilir.
10
– Vakta ki o genç
yiğitler mağaraya çekildiler.
Şöyle
niyaz ettiler: “Ulu Rabbimiz! Katından bir rahmet
ver
ve şu
dâvamızda doğruluk ve muvaffakiyet ihsan eyle
bize!”
11
– Bunun üzerine mağarada
onları uykuya daldırdık. Nice yıllar
öylece kaldılar.
12
– Sonra da o iki
takımdan (Ashab-ı kehf ile hasımlarından)
hangisinin mağarada kaldıkları süreyi
daha iyi hesapladıklarını ortaya koyalım
diye onları uyandırdık.
13
– Başlarından
geçen olayı Biz sana doğru olarak anlatıyoruz.
Gerçekten
onlar Rab’lerine tam iman etmiş gençlerdi.
Biz de
onların hidâyetlerini ve yakinlerini artırdık.
[9,124; 48,4]
14
– Kalplerine kuvvet
ve metanet verdik de onlar ayağa kalkıp:
“Rabbimiz,
dediler, göklerin ve yerin Rabbidir.
Ondan başka
hiçbir ilaha yönelmeyiz.
Şayet
böyle birşey yapacak olursak, gerçekdışı,
pek saçma bir söz söylemiş oluruz.”
15
– “Şu bizim
halkımız var ya, işte onlar tuttular
O’ndan başka tanrılar edindiler.
Onların
tanrı olduklarına dair açık delil
getirmeleri gerekmez miydi?
Uydurduğu
yalanı Allah’a mal edenden daha zalim kim
olabilir ki?”
16
– “Madem ki onları
ve onların Allah’tan başka taptıkları
putları terkettiniz,
haydi öyleyse
mağaraya çekilin ki Rabbiniz rahmetini üzerinize
yaysın,
işinizde
size kolaylık ve fayda ihsan etsin.”
17
– Onlara baksaydın
görürdün ki güneş doğunca mağaralarının
sağından dolaşır,
batarken de
sol taraftan onları makaslardı.
Onlar da mağaranın
genişçe dehlizinde bulunuyorlardı.
İşte
onların böylece uyumaları Allah’ın alâmetlerindendir.
Allah kime
hidâyet verirse odur doğru yolda olan; kimi de hidâyetten
mahrum eder şaşırtırsa, artık
imkânı yok, ona yol gösterecek bir dost bulamazsın.
Mağaranın
kapısının tam kuzeye baktığı
anlaşılıyor. İşte bundan ötürü
mağaraya güneş ışığı
girmiyor ve yanından geçen biri içeride ne olduğunu
göremiyordu.
18
– Sen onları
uyanık sanırdın, halbuki gerçekte onlar
uykuda idiler.
(Yanları
ezilmesin diye) Biz onları gâh sağa, gâh
sola çevirirdik.
Köpekleri
ise mağara girişinde ön ayaklarını
yaymış vaziyette duruyordu.
Onları
görseydin sen de ürker, derhal dönüp kaçardın,
için korku ile dolardı.
Dağ
başında, uzanmış vaziyette iken sağa
sola dönüp duran üç beş kişi... Onları
koruyan korkunç bir nöbetçi köpek... Öylesine ürkütücü
bir manzara oluşturuyordu ki oraya göz atan kişi
onların efsanevi dehşetli caniler olduğunu
sanır derhal uzaklaşmaya çalışırdı.
Bu da onların, yıllarca dış dünyadan
güven içinde olmalarını sağladı.
19-20
– İşte,
onları nasıl uyuttuysak öylece de uyandırdık.
Derken
aralarında konuşmaya başladılar.
Birisi:
“Ne kadar uykuda kaldınız?” diye sorunca
bazıları:
“Bir gün,
belki bir günden de az!” diye cevap verdiler.
Diğerleri
de: “Uykuda ne kadar kaldığınızı
tam tamına ancak Rabbiniz bilir” dediler.
“Siz onu
bırakın da, açlığımızı
gidermeye bakalım.
Şu akçeyi
verip içinizden birini şehre gönderin de
baksın
hangi yiyecek daha hoş ve helâl ise ondan size azık
tedarik etsin.”
“Bir de
gayet nazik ve tedbirli davransın, varlığınızı
ve bulunduğunuz yeri sakın hiç kimseye
hissettirmesin.”
“Çünkü
onlar sizi ellerine geçirirlerse ya taşa tutar, ya
da kendi dinlerine döndürürler, bu takdirde de
ebediyyen felah bulamazsınız.”
21
– Fakat Bizim
takdirimiz başka idi. Nasıl onları uyutup
sonra uyandırdıksa, aynı şekilde öbür
kullarımızı da Ashab-ı kehfin
durumundan haberdar ettik ki,
Allah’ın
haşir vaadinin gerçeğin ta kendisi olup hakkında
hiçbir şüphe olmayacağını onlar da
anlasınlar.
Derken
onları bulan halk, kendi aralarında onlar hakkında
ne yapacaklarını tartışmaya giriştiler.
Bazıları:
“Onların anısına bir anıt dikin,
biz gerçek durumlarını anlayamadık,
onların Rabbi hallerini pek iyi bilir” derken,
görüşleri
ağır basan müminler ise: “Mutlaka onların
yanıbaşlarına bir mescid yapacağız”
dediler.
Rivayete
göre, şehre gönderdikleri arkadaşları
üç asır önce müşrik Decius devrinin parası,
o zamanın kıyafeti ve konuşma tarzı
ile dikkat çekti. Onu görenler, hazine bulduğu
zannı ile kendisini yöneticilere götürdüler.
İfadesini alınca, halkın çoğu da
onların dinini benimsediğinden kitle halinde
mağaraya vardılar. Ashab-ı kehf din kardeşlerini
selamlayıp ruhlarını o sırada teslim
ettiler. Böylece haşrin ispatına canlı
bir delil teşkil ettiler.
Müfessirlerin
çoğunluğu oraya mescit yapma fikrinin müminlere
ait olduğunu söylerken, Mevdudî tam tersine, bu
fikrin şirk uygulamasını devam ettirmek
isteyen müşriklere ait olduğunu ileri sürer.
Fakat mescid, bu önemli hadiseyi ebedileştirme
vesilesi olup şirke yer vermemesi itibariyle,
ekseriyetin haklı olduğunu düşünebiliriz.
22
– İnsanların
kimi: “Onlar, üç kişi idi, dördüncüleri de köpekleri
idi” diyecekler.
Bazıları
da: “Beş kişi, idiler, altıncıları
da köpekleri idi” diyecekler.
Bunlar,
gayb hakkında tahmin yürütmekten ibarettir.
Kimileri
de: “Onlar yedi kişi olup sekizincileri de köpekleri
idi” derler.
De ki:
“Onların sayısını tamtamına
Rabbim bilir” Onlar hakkında bilgisi olan çok az
kişi vardır.
Öyleyse
onlar hakkında, sathî tartışma dışında
kimse ile münakaşa etme ve bu konuda ileri geri
konuşanlardan da hiç bir bilgi isteme.
Kur’ân,
onların sayıları, hangi şehirde
oldukları gibi konuları teferruat sayıp
asıl çıkarılması gereken derslere
dikkat çeker. Şöyle ki:
1.
Mümin, haktan dönmemeli 2. Maddî imkânlardan çok,
Allah’a dayanmalı. 3. Allah’ın ölüleri
diriltmeye kadir olduğuna kesinlikle inanmalı.
23-24
– Hiçbir konuda:
Allah’ın dilemesine bağlamaksızın,
“Ben yarın mutlaka şöyle şöyle yapacağım”
deme!
Bunu unuttuğun
takdirde Allah’ı zikret ve: “Umarım ki
Rabbim, doğru olma yönünden beni daha isabetli
davranışa muvaffak kılar” de. [18,63]
25
– Mağaralarında
üç yüz yıl kaldılar. Bazıları
buna dokuz yıl daha ilave ettiler.
26
– Sen şöyle söyle:
“Ne kadar kaldıklarını asıl Allah
bilir.
Zira göklerin
ve yerin gaybını bilmek O’na mahsustur.
O öyle güzel
görür, öyle güzel işitir ki!
Oysa onların
O’ndan başka hâmileri yoktur.
O, kendi hükmüne
kimseyi ortak yapmaz.” de.
27
– Sana vahyedilen
Rabbinin kitabını oku. O’nun sözlerini değiştirecek
güç yoktur ve Ondan başka sığınak
bulman da mümkün değildir.
[5,67; 33,39]
28
– Rablerine, sırf
O’nun rızasını ve cemaline kavuşmayı
umdukları için,
sabah akşam
yalvaranlarla beraber, sıkıntılara karşı
candan sabret.
Dünya
hayatının süslerini arzulayarak sakın gözlerini
onlardan başkasına çevirme.
Kalbini
Bizi zikretmekten gafil bıraktığımız,
heva ve hevesine uyan
ve işi
hep aşırılık olan kimselere itaat
etme. [6,52; 20,131]
Kureyş
eşrafının Hz. Peygamber (a.s.) a: “Biz
sana geleceğimiz vakit fakirleri yanından çıkar”
demeleri vesilesi ile nazil olmuştur.
29
– De ki: “İşte
Rabbiniz tarafından gerçek geldi.
Artık
dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.”
Şu da
bir gerçektir ki Biz o zalimlere,
duvarları
kendilerini çepeçevre kuşatmış olan müthiş
bir ateş hazırladık.
Eğer
susuzluktan feryad edecek olurlarsa kendilerine erimiş
maden gibi yüzleri haşlayan bir su verilir.
O ne fena
bir içecektir ve cehennem ne fena bir barınaktır!
[47,15; 55,44]
30
– İman edip güzel
ve yararlı işler yapanlara gelince,
şu bir
gerçek ki Biz güzel iş yapanların işlerini
asla zayi etmeyiz.
31
– İşte
onlara, içlerinden ırmaklar akan Adn cennetleri
vardır.
Orada
tahtlar üzerine kurularak kendilerine altın
bilezikler takılacak, ince ve kalın ipekten yeşil
elbiseler giyecekler.
Tahtlara
kurulacaklar.
Ne güzel mükâfattır
bunlar ve ne güzel bir meskendir o cennet!
[35,33; 25,75-76]
32
– Onlara şu iki
kişinin halini misal getir:
Onlardan
birine iki üzüm bağı lûtfettik, bağların
etrafını hurma ağaçları ile donattık
ve bahçelerin
arasında da ekin bitirdik.
33
– Her iki bağ
da meyvesini verdi, hiç bir şeyi eksik bırakmadı.
O iki bağın
arasında da bir ırmak akıttık.
34
– O şahsın
başka serveti de vardı. Arkadaşıyla
konuşurken ona:
“Benim,
dedi, malım ve servetim senden çok olduğu
gibi,
maiyyet, çoluk
çocuk bakımından da senden daha ilerideyim.”
35-36
– Bu adam gururu yüzünden
kendi öz canına zulmeder vaziyette bağına
girdi ve:
“Zannetmem
ki bu bağ bozulup yok olsun; kıyametin kopacağını
da sanmıyorum.
Bununla
beraber şayet Rabbimin huzuruna götürülecek
olursam
o zaman
elbette bundan daha iyi bir âkıbet bulurum.”
dedi. [41,50; 46,11]
37-38
– Konuşma
esnasında arkadaşı bu şahsa:
“Ne o”
dedi, “yoksa sen, senin aslını topraktan,
sonra da bir damla meniden yaratan, bilahere de seni böyle
tam mükemmel bir insan şekline getiren Rabbini mi
inkâr ediyorsun?
Fakat sen
inkâr etsen de şunu bil ki benim Rabbim Allah’tır.
Rabbime hiç bir şeyi ortak saymam.”
39
– “Benim
servetimin ve çoluk çocuğumun sayısının
seninkinden daha az olduğunu düşündüğüne
göre, bağına girdiğinde:
“Maşaallah!
Allah ne güzel dilemiş ve yapmış!
Ondan başka
gerçek güç ve kuvvet sahibi yoktur.” demeli değil
miydin?
40-41
– Olur ki Rabbim
senin bahçenden daha iyisini bana verir ve senin o bahçene
gökten bir afet indirir de
bağın
kupkuru toprak kesilir;
yahut bağının
suyu çekilir de ondan artık büsbütün ümidini
kesersin.” [67,30]
42
– Çok geçmeden, bütün
serveti kül oldu...
Sahibi bu halini görünce,
bağın çökmüş çardakları karşısında,
yaptığı
masraflarına, harcadığı emeklere acıyıp
avuçlarını oğuştura kaldı!
“Ah!” diyordu,
“n’olaydım, Rabbime ibadette hiçbir şeyi
ortak yapmamış olaydım!”
43
– Hasılı
o, Allah’tan başka kendisine sahip çıkacak
bir topluluk da bulamadı, kendi kendini de
kurtaramadı.
44
– Öyle bir yerde
himaye ve yardım, sadece hak ve hakikatin ta
kendisi alan Allah’a mahsustur.
En iyi mükâfatı
da, en güzel âkıbeti de veren O’dur.
[40,84; 10,90-91]
45
– Dünya hayatı
hakkında onlara şu misali ver: Dünya hayatının
durumu şuna benzer:
Gökten yağmur
indiririz, onun sayesinde yeryüzünde bitkiler yeşerip
gürleşir, çok geçmeden kurur, rüzgarın
savurduğu çerçöp haline gelir. Allah her şeye
hakkıyla kadirdir. [39,21;
10,24]
46
– Mal mülk, çoluk
çocuk...
Bütün
bunlar dünya hayatının süsleridir.
Ama baki
kalacak yararlı işler ise Rabbinin katında,
hem mükâfat
yönünden, hem de ümit bağlamak bakımından
daha hayırlıdır. [3,14;
64,15]
47
– Gün gelir, dağları
yürütürüz, yerin dümdüz hale geldiğini görürsün.
İşte
bütün insanları mahşer meydanına topladık,
eksik bıraktığımız
bir tek kişi bile kalmadı. [20,105-107;
27,88; 101,5]
48
– Hepsi sıra sıra
Rabbinin huzuruna arzolundular.
Ve şöyle
nida edildi onlara: “İlkin sizi nasıl yarattıksa,
aynen o şekilde Bize döndünüz.
Siz ise,
size böyle bir buluşma belirlemediğimizi
iddia ederdiniz değil mi?” [78,38;
89,22]
49
– İşte
herkesin hesap defteri önüne konuldu.
Mücrimlerin
defterdeki kayıtlardan korktuklarını ve
şöyle dediklerini görürsün:
“Eyvah
bize! Bu deftere de ne oluyor?
Ne küçük
komuş, ne büyük, yazılmadık şey bırakmamış!”
Böylece
yaptıkları her şeyi yanlarında
buldular.
Şu
kesin ki Rabbin kimseye zulmetmez. [3,30;
75,13; 4,40; 21,47]
50
– Hani bir zaman
Biz meleklere: “Adem’in önünde (Allah’a) secde
edin!” deyince, onlar da derhal secdeye kapanmışlardı.
Ne var ki
İblis eğilmemişti. O cinlerden idi.
Rabbinin emrinin dışına çıktı.
Ey
Adem’in evlatları!
Onlar size
düşman oldukları halde, siz kalkıp
Benden ayrı olarak onu ve onun evlatlarını
mı dost ediniyorsunuz?
Zalimler için
ne fena bir bedel! Ne zararlı bir takas! [15,28-39;
2,34; 7,12]
İblis
meleklerle beraber bulunduğundan istisna ediliyor.
Melekler yaratılış icabı Allah’a
isyan edemezler, İblis’te ise irade bulunduğundan
tercihte bulunup itaat dışına çıktı.
51
– Ben onları göklerin
ve yerin yaratılışına tanık
etmediğim gibi, bizzat kendi yaratılışlarına
da şahit kılmadım.
Ben sapık
ve saptıran kimseleri hiçbir zaman yanıma
yaklaştırmam, yardımcı edinmem. [34,22-23]
52
– O gün Allah müşriklere
der ki:
“Haydi
bakalım, ortaklarım olduklarını
iddia ettiğiniz putları çağırın,
gelsinler!”
İşte
çağırdılar ama, onlar kendilerine cevap
vermediler.
Biz aralarına
bir uçurum koyduk. [46,5-6;
6,94] [36,59; 30,14]
53
– Suçlular ateşi
gördüler, orayı boylayacaklarını iyice
anladılar.
Etrafı
yokladılar, fakat ondan kaçacak bir yer bulamadılar.
54
– Biz bu Kur’ân’da,
insanlar için her türlü misal ve öğüdü, farklı
üsluplarla tekrar tekrar ifade ettik.
Fakat birçoğu
bunları anlamadı. Zira bütün varlıklar
içinde tartışmaya en düşkün olan
insandır.
55
– O insanları,
kendilerine peygamber geldiği halde, inanmaktan ve
Rab’lerinden mağfiret dilemekten alıkoyan
şey, sırf Allah’ın düsturu uyarınca,
evvelki ümmetlerin başına gelen azabın
kendilerinin de başlarına gelmesini yahut âhiret
azabının gözlerinin önüne konulmasını
beklemeleridir. [29,29;
8,32]
Kur’ân
insanın kalbini ve aklını uyandırmak
için her türlü vasıtayı, çeşitli
misalleri, farklı anlatım tarzlarını
kullanmış, ikna etmek için denemediği
yol kalmamıştır. Bunlardan anlamayan, artık
azabın tepesine inmesini beklemelidir.
56
– Halbuki Biz
resulleri azap getirmeleri için değil, sadece iman
edenleri Allah’ın rahmetiyle müjdelemeleri, inkâr
edenleri ise bekleyen tehlikeleri haber verip uyarmaları
için göndeririz.
Kâfirler
ise hakkı batılla kaydırmak için mücadele
verirler.
Onlar bütün
âyetlerimizi, bütün uyarmalarımızı hep
alay konusu yaparlar.
57
– Rabbinin âyetleriyle
öğüt verildiği halde onlara sırtını
dönen ve elleriyle işleyip irtikâb ettiği suçlarını
unutan kimseden daha zalim kim olabilir?
Biz onların
kalplerine bunu anlamalarına engel olacak perdeler,
kulaklarına da ağırlıklar koyduk.
Sen onları
hidâyete çağırsan da, artık onlar
ebediyyen hidâyete gelemezler.
58
– Senin mağfireti
bol Rabbin, merhametlidir.
Eğer işledikleri
suçları sebebiyle onları cezalandıracak
olsaydı, azabı onlara hemen gönderirdi.
Fakat onlar
için belirlenmiş bir süre vardır ki o vaade
geldiğinde
Allah’ın
cezasından kaçıp sığınacak hiçbir
yer bulamazlar. [35,45;
13,6]
59
– İşte o
şehirlerin harabeleri!.. Oraların ahalisi zulümlerinde
ısrar edince onları imha ettik. Onların
helâkleri için de, bir vaade tayin ettik.
O
şehirler, Mekkelilerin yolları üzerinde olan
Sebe, Medyen, Semud, Sedum gibi yerlerdir.
60
– Bir vakit Mûsâ,
genç yardımcısına: “Durup dinlenmeyeceğim,
demişti, ta ki iki denizin birleştiği
yere varacağım.
Varamazsam
senelerce yürümeye devam edeceğim.”
Kur’ân’da
adı bildirilmeyen bu genç yardımcının
Yûşa İbn Nun (Josue) olduğu tefsirlerde
rivayet edilir.
Mûsâ
(a.s.)’ın Hızır (a.s.) ile kıssası
Tevratta yer almaz. Fakat Buharî’de nakledilen bir
hadîse göre Hz. Peygamber (a.s.) bu kıssadaki Mûsanın
İsrailoğullarının meşhur
Peygamberi Mûsâ (a.s.) olduğunu bildirmiştir.
Bundan ötürü, onun, bazı oryantalistlerin iddia
ettikleri gibi başka biri (mesela Gılgamış)
olduğunu düşünmeye sebep yoktur.
Bu
âyette geçen iki deniz hakkında, tefsirlerde dünyanın
üç kıtasına dağılmış birçok
yerler tahmin edildiği gibi, işarî tefsir
kabilinden bazı tevcihler de teklif edilmiştir.
Fakat bu gizemli kıssadan alınacak hisse,
bunları bilmeye bağlı değildir.
61
– Onlar iki denizin
birleştiği yere vardıklarında balıklarını
unutmuş bulundular.
Balık
sıyrılıp denizde bir yol tutmuştu
bile.
62
– Buluşma
yerini farkına varmaksızın geçip gidince
Mûsâ yardımcısına:
“Getir
artık kahvaltımızı” dedi,
“Gerçekten
bu seyahatimizde epey yorgun düştük.”
63
– “Gördün mü?”
dedi, “O kayanın yanında mola verdiğimizde,
ben balığı unutmuşum!
Muhakkak ki
onu sana söylememi unutturan da şeytandan başkası
değildir.
Doğrusu
balık, çok acayip bir şekilde canlanıp sıyrıldı
ve denizde yolunu tutup gittiydi.”
64
– “İşte
gözleyip durduğumuz da bu idi ya!” dedi.
Derhal
izlerini takip ederek gerisin geri dönüp kayanın
yanına vardılar.
65
– Orada bizim seçkin
kullarımızdan öyle bir has kulumuzu buldular
ki
Biz ona
tarafımızdan lütf-u ihsanda bulunmuş,
nezdimizden rabbanî bir ilim öğretmiştik.
Mûsâ
(a.s.)’ın karşılaştığı
zatın isminin Hızır (Hadır) olduğu
hadis-i şerifte bildirilmiştir. Bu zat bazı
âlimlere göre peygamber, bazılarına göre büyük
bir velî, salih bir zattır.
Onun,
beşere gönderilen, ilahî şeriatlerde
bildirilen hükümlere tâbi olmadığı gerçeğinden
hareket eden ender bir görüşe göre Hızır,
melek veya başka bir ruhanî olmalıdır.
Gerçekten, bu kıssa başından sonuna
kadar o zatın bir başka boyuttan olduğunun
karineleriyle doludur.
66
– “Üstadım”
dedi Mûsâ, “Sana öğretilen bu ilimden bana da
bir şeyler öğretmen için sana tâbi olabilir
miyim, beni talebeliğe kabul eder misin?”
67-68
– “Doğrusu
sen” dedi, “benimle beraberliğe sabredemezsin.
Bütün yönleriyle
kavrayamadığın meseleler karşısında
nasıl kendini tutabilirsin ki?”
69
– “İnşaallah”
dedi Mûsâ, “beni sabırlı bulacaksın
ve senin hiç bir emrine karşı koymayacağım.”
70
– “O halde”
dedi, “bana tâbi olduğuna göre, hangi konuda
olursa olsun,
ben onun
hakkında sana söz açmadıkça, asla bana soru
sormayacaksın tamam mı?”
71
– Bunun üzerine
kalkıp gittiler. Nihayet bir gemiye rastlayıp
ona bindiler ve o zat gemiyi deldi.
Mûsâ
duramayıp: “Ne yaptın öyle?” dedi
“İçindeki
yolcuları denizde boğmak için mi yaptın
bunu?
Vallahi çok
müthiş bir iş yaptın!”
72
– Hızır:
“Sen benimle beraberliğe katlanamazsın
dememiş miydim?
İşte
sen de gördün!” dedi.
73
– “Ne olur”
dedi Mûsâ, “lütfen unutarak söylediğim bu sözden
ötürü beni azarlama, bu işimden dolayı bana
bir güçlük çıkarma!”
74
– Yine yola
koyuldular.
Nihayet bir
oğlan çocuğuna rastladılar ve Hızır
onu öldürdü.
Mûsâ atılıp:
“Ne yaptın?” dedi, “masum ve günahsız
bir canı,
kısas
hükmü ile bir can karşılığında
olmaksızın mı öldürdün?
Doğrusu
görülmemiş derecede fena bir iş yaptın!”
75
– “Sen benimle
arkadaşlık etmeye katlanamazsın dememiş
miydim?” dedi.
76
– Mûsâ: “Eğer”
dedi, “sana bir daha soracak olursam,
bundan böyle
benimle hiç arkadaşlık etme!
Artık
özür dileyemeyecek hale geldim.”
77
– Tekrar yola devam
ettiler.
Nihayet bir
şehre varıp o şehir halkından
yiyecek istediler,
ama ahali
bunları misafir etmemekte diretti.
Bu sırada
Hızır orada yıkılmaya yüz tutmuş
bir duvar görür görmez onu düzeltiverdi.
Mûsâ: “İsteseydin”
dedi, “elbette buna karşı iyi bir ücret
alabilirdin.”
78
– Hızır:
“İşte” dedi, “seninle ayrılmamızın
vakti gelmiş bulunuyor.
Şimdi
sana hakkında sabırsızlık gösterdiğin
o meselelerin içyüzlerini tek tek bildireceğim:
79
– Evvela, o gemi,
denizde çalışan birtakım fakirlere ait
idi. Ben onu kasden bir miktar zedeledim.
Zira öte
yanında, sağlam olan bütün gemileri gasbeden
zalim bir hükümdar vardı.
80
– Oğlan çocuğuna
gelince: Onun ebeveyni mümin insanlar idi.
Bu çocuğun
onları ileride azgınlığa ve küfre sürüklemesinden
korktuk.
81
– Onların
Rabbinin, kendilerine, onun yerine daha temiz, daha hayırlı,
merhamette
ondan daha hisli bir çocuk ihsan etmesini diledik.
82
– Gelelim duvara: O
duvar şehirdeki iki yetim çocuğa aitti.
Duvarın
altında onlara ait bir define gömülü idi.
Babaları, salih, iyi bir insandı.
Rabbin
onların reşit olacakları çağa gelip,
definelerini o zaman çıkarmalarını irade
buyurdu.
Bütün
bunlar Rabbinden birer lütuf ve rahmet olup, ben hiçbirini
kendi görüşümle yapmış değilim.
İşte
hakkında sabırsızlık gösterdiğin
meselelerin içyüzü bunlardan ibarettir.”
[47,13; 43,31]
83
– Bir de sana Zülkarneyn’i
sorarlar. “Size onun bir hadisesini anlatayım”
de.
Zülkarneyn, anlamı ve kapsamı geniş olan bir kelimedir. Zülcenaheyn
vasfına benzer, “iki kanatlı” yani işin
çeşitli yönlerine vâkıf, mükemmel demektir.
Karn: asır,
boynuz, aynı zamanda yaşayan topluluk, güneş
kursu, bir toplumun başı, efendisi vs. Görünene
ve görünmeyene sahip, dünyanın doğusuna da
batısına da sahip, dolayısıyla
cihangir mânaları da mümkündür. Tefsirlerde
daha çok cihan fatihlerinden Makedonya kralı Büyük
İskender (M.Ö. 324) üzerinde durulsa da, onun bazı
vasıfları Kur’ân’da bildirilen Zülkarneyn’e
uymamaktadır.
Daha
önce yaşayan İran kralı Büyük Dariyus
(M.Ö. 521) olma ihtimali de vardır; zira o da,
zamanında meskûn dünyanın büyük kısmını
ele geçirmiş, İsrailoğullarını
da Babil esaretinden serbest bırakmış,
dine bağlı olduğu bildirilen bir hükümdardı.
Zülkarneyn vasfı KM, Daniel, 8,3.20 ile de
irtibatlandırılmaktadır.
Ashab-ı
kehf, Hızır ve Zülkarneyn gibi gizemli
konularla dolu olan bu kutlu sûrenin atmosferinde başka
çok ihtimaller de bulunabilir. Doğruyu bütün yönleriyle
bilmek, Allah Teâlaya mahsustur.
84-85
– Biz ona dünyada
geniş imkânlar verdik ve onun ihtiyaç duyduğu
her konuda sebep ve vasıtalar ihsan ettik. O da batıya
doğru bir yol tuttu.
86
– Nihayet Batıya
ulaştığında, güneşi adeta kara
bir balçıkta batar vaziyette buldu.
Orada yerli
bir halk bulunuyordu.
Biz: “Zülkarneyn!”
dedik, “ister onlara azab edersin, ister güzel davranırsın.”
Müfessirler
Zülkarneyn’in dünyanın Batı ucuna, mesela
Atlas okyanusuna vardığını düşünmüşlerdir.
87
– Zülkarneyn şöyle
dedi: “Kim zulmederse, Biz onu cezalandırırız,
sonra da Rabbinin huzuruna götürülür.
O da ona
benzeri görülmedik bir ceza uygular.
88
– Fakat iman edip
makbul ve güzel davranışlar içinde olana,
en güzel
karşılık verilir ve ona kolay olan
buyruklarımızı emrederiz, kolaylık gösteririz.”
89
– Zülkarneyn bu
sefer yine bir yol tuttu.
90
– Güneşin doğduğu
yere varınca, onun,
kendilerini
sıcaktan koruyacak bir siper nasib etmediğimiz
bir halk üzerine doğduğunu gördü.
Zülkarneyn
doğu tarafında, arka arkaya ülkeler
fethederek ilerleye ilerleye nihayet medenî yaşayışın
sona erdiği, ilkel (çıplak, evsiz barksız)
yaşayan en uzak bir doğuya ulaştığı
anlaşılıyor.
91
– İşte Zülkarneyn,
böyle yüksek bir hükümranlığa sahip idi.
Onun yanında ne var, ne yoksa Biz hepsine vakıf
idik.
92
– Sonra o başka
bir yol tuttu.
93
– Nihayet iki dağ
arasına ulaştığında, onların
önünde, hemen hemen hiç söz anlamayan bir millet
buldu.
Âyette
geçen iki dağın Karadeniz ile Hazar Denizi
arasında uzanan dağ sıralarının
bir bölümü olduğu, tefsirlerde kuvvetli ihtimal
görülmektedir. Dağıstanın Derbend
şehrindeki sed, İslâm dünyasında Zülkarneyn
seddi olarak bilinmiştir. Bu dağların ötesinde
Ye’cüc ve Me’cüc bölgesinin yer aldığı
düşünülmüştür. Fakat, bunlar birer
tahminden öteye geçmez.
94
– “Ey Zülkarneyn!”
dediler, “Ye’cüc ve Me’cüc bu ülkede
bozgunculuk yapıyorlar.
Bizimle
onlar arasında bir sed yapman için sana bir vergi
vermeyi teklif ediyoruz, ne dersin?”
Ye’cüc
ve Me’cüc hakkında bkz. 21,96. {KM, Hezekiel
38,2; Vahiy 20,8}
95
– O da şöyle
cevap verdi: “Rabbimin bana verdiği imkânlar,
sizin vereceğinizden daha hayırlıdır.
Siz bana
beden gücüyle yardımcı olun da sizinle onlar
arasında sağlam bir sed yapayım.”
96
– “Demir kütleleri
getirin bana.” Zülkarneyn iki dağın arasını
demir kütleleriyle doldurtup dağlarla aynı
seviyeye getirince:
“Körükleyin!”
dedi. Tam onu bir ateş haline getirince,
“Bana
erimiş bakır getirin de üzerine dökeyim”
dedi.
97
– Artık o
Ye’cüc ve Me’cüc’ün, ne seddi aşmaya, ne
de onda delik açmaya güçleri yetmedi.
98
– Zülkarneyn:
“Bu, Rabbimden bir rahmettir, bir lütuftur, dedi.
Rabbimin tayin ettiği vakit gelince, bunu yerle bir
eder.
Rabbimin
vaadi mutlaka gerçekleşir.”
99
– O gün, yani kıyamet
günü onlar deniz dalgaları gibi birbirine çarparak
çalkalanırlar.
Sûr’a da
üfürülür, insanların hepsini bir araya toplarız.
[56,49-50; 18,47]
100-101
– Gözleri Benim
kitabım karşısında perdeli olup,
Kur’ân’ı
dinlemeye tahammül edemeyen kâfirlere,
o gün
cehennemi gösteririz, cehennemle karşı karşıya
koyarız onları.
102
– O kâfirler,
birtakım kullarımı, Benden başka
tanrı edinmelerinin geçerli olacağını
mı zannettiler?
Doğrusu
Biz cehennemi kâfirler için konak olarak hazırlamış
bulunuyoruz.
103-104
– De ki: “İşleri
yönünden âhirette en büyük kayba uğrayanların
kimler olduklarını bildireyim mi?
Onlar o
kimselerdir ki dünya hayatında yaptıkları
işlerin karşılıkları hep boşa
gidecektir.
Halbuki
kendilerinin güzel güzel işler yaptıklarını
sanırlar.”
105
– İşte
onlar Rab’lerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı
inkâr etmiş, bu yüzden de yaptıkları
iyi işler boşa gitmiştir.
Tartılacak
şeyleri kalmadığından kıyamet günü
onlar için artık tartı âleti koymayacağız.
[25,23; 24,39; 88,2-4; 47,9; 6,88]
106
– İşte kâfir
olmaları, âyetlerimle ve kendilerine yapılan
uyarılarla alay etmeleri sebebiyle, şu
cehennem onların cezası olarak hazırlanmıştır.
107
– İman edip
makbul ve güzel işler yapanlara gelince, onlara da
konak olarak Firdevs cennetleri hazırlandı.
[23,11] {KM, Neşideler 4,12; Luka 23,43; II
Korintos. 12,4}
108
– Onlar orada
devamlı kalacak, usanmadıklarından ötürü,
başka tarafa geçmeyi arzu etmeyeceklerdir.
109
– De ki:
“Rabbimin sözlerini yazmak için en büyük okyanus mürekkep
olsaydı,
hatta onun
bir mislini de takviye gönderseydik,
bu deniz tükenir,
Rabbinin sözleri yine de bitmezdi. [31,
27] {KM, Yuhanna 21,25}
110
– De ki: “Ben
sadece sizin gibi bir insanım.
Ancak
şu farkla ki bana “sizin ilahınız tek
İlahtır” diye vahyediliyor.
Artık
kim Rabbine âhirette kavuşacağını
umuyorsa,
makbul ve
güzel işler işlesin ve sakın Rabbine
ibadetinde hiç bir şeyi O’na ortak koşmasın.
|