KUR'AN-I KERİM İNDEKS
2
– BAKARA SÛRESİ
Bakara sûresi Medine döneminde hicretten hemen
sonra nâzil olmaya başlamış ve takrîben
on yıla yayılan vahiy parçaları halinde
devam etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in en
uzun sûresi olup 286 âyettir. Hacim itibariyle Kur’ân’ın
1/12 sini teşkil eder. Kur’ân’ın, ayrıntılı
bir özeti durumundadır. Sûre bir mukaddime, dört
ana maksat ve bir neticeden oluşur.
Mukaddime: Kur’ân’ın şanını,
görevini bildirir ve ondaki hidâyetin temiz kalb taşıyanlar
nezdinde âşikâr olup kalbi hasta ve bozuk olanların
ondan yüzçevireceklerini bildirir.
Birinci maksat: Bütün insanları İslâma
dâvet eder.
İkinci maksat: Özellikle Ehl-i Kitabın
yanlışlarını düzeltip Kur’ânı
tasdik etmeye çağırır.
Üçüncü maksat: Bu dinin ahkâmını
ayrıntılı olarak bildirir.
Dördüncü maksat: Bu hükümlerin yerine
getirilmesini sağlayacak müeyyidelere ve teşvik
edici hususlara yer verir. Netice: Mezkûr maksadları
içeren dâveti kabul edenleri tanıtır; onların
dünya ve âhiretteki akıbetlerini açıklar.
Bismillâhirrahmânirrahîm
1 –
Elif, Lâm, Mîm.
Kur’ân-ı Kerîm’in 29 sûresi huruf-i
mukattaa denilen bu münferit harfler ile başlar. Müfessirler,
bunların mânasız veya tesadüfî olmadığını
vurgular, onlar hakkında öne sürülen muhtemel çeşitli
izahları nakleder, bununla beraber Allah ile Resulü
(a.s.) arasındaki bu şifrelerin kesin mânalarını
Allah’a havale ederler. Allah Teâla bu tonlu seslerle
sinyaller verip beşeriyetin dikkatlerini çekmekte,
bir an için her işi bırakıp gelecek
muazzam gerçekleri dinlemelerini temin etmektedir. Keza
Kur’ânın da böyle harflerden ibaret olduğunu,
yapabileceklerse bu harfleri kullanarak insanların
da benzerini yapma çabaları hususunda meydan okuduğunu
hatırlatmaktadır.
el-Kitab: “Yazılı şey” demektir. Böylece kitap adı
verilerek zımnen Kur’ân vahiylerinin yazı
ile tesbit edilmesi emredilmektedir. Kur’ân o kitaptır
ki kitap denilince, hatıra onun geldiği en mükemmel
kitaptır ve diğer bütün kitaplar onun mânasını
açıklamak görevindedirler.
Takvâ: Korunma, sakınma demektir. İnsanın, başta küfür
ve şirk olarak kendisine zarar veren her türlü kötülükten,
haram ve isyandan korunarak ta nihayette cehennem azabından
da korunmasını sağlayan değer
sistemidir. Muttakî ise, takvâ sıfatını
taşıyan kimsedir.
Gayb sözlükte: “Görünmeyen, gözden gizli kalan şey”
demektir. Terim olarak “Duyulardan ve insanın
ilminden gizli kalan” şeye denilmiştir. Bir
şeyin gayb olması, insanlar yönündendir;
yoksa Allah için gayb yoktur. Allah Teâla da bize göre
gaybdır, fakat O’nun hakkında “gâib”
denilemez.
2 – İşte
Kitap! Şüphe yoktur onda. Rehberdir müttakîlere [32,1-2]
3 – O
müttakiler ki görünmeyen âleme inanırlar.
Namazlarını tam dikkatle ifa ederler.
Kendilerine ihsan ettiğimiz nimetlerden infak
ederler.
4 – Hem
sana indirilen kitabı, hem de senden önce
indirilen kitapları tasdik ederler.
Âhirete
de kesin olarak onlar inanırlar.
Burada Tevrat, İncil, Zebur gibi kitapların
asıllarının Allah tarafından gönderildiğine
iman etmenin, dinin temellerinden olduğu
bildiriliyor.
Bakara: Sûrenin bu ismi 67-71 âyetlerinde yer alan bakara kıssasından
alınmıştır. Bir ineği kesmek
gibi cüz’î bir vak’anın ayrıntılı
olarak anlatılması, hatta bu uzun sûreye adının
verilmesi tuhaf gelebilir. Fakat Kur’ân temel bir
kanun ve prensibin tezahürünü ifade eden cüz’î
olayları bazan ayrıntılı olarak
anlatarak o genel prensibi zihinlere yerleştirmek
ister. Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Mûsâ (a.s.) ın
risaletiyle, İsrailoğullarının
seciyelerine girmiş olan sığıra tapınma
fikrini kesip öldürdüğünü, bu olay ile
anlatmaktadır.
5 –
İşte bunlardır Rableri tarafından doğru
yola ulaştırılanlar. Ve işte bunlardır
felah bulanlar.
6 –
İnkâra saplananları ise ister uyar ister
uyarma onlar için birdir, imana gelmezler. [10,96]
İnkâra saplananlardan burada maksat,
Ebû Cehil, Ebû Leheb gibi imana gelmeyeceklerini
Allah’ın bildiği muayyen kâfirlerdir. Bütün
kâfirler değildir.
7 –
Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir.
Gözlerine de bir perde inmiştir. Bunların
hakkı büyük bir azaptır. [61,5;
6,110; 4,155]
Bakara sûresinin ilk beş âyeti müminlerin,
müteakip üç âyeti kâfirlerin, gelecek 8. âyetten
itibaren onüç âyet ise münafıkların bariz
sıfatlarını anlatmaktadır.
8 –
Öyle insanlar da vardır ki “Allah’a ve âhiret
gününe inandık” derler; Oysa iman etmemişlerdir.
[63,1]
9 – Akılları
sıra Allah’ı ve iman edenleri aldatmayı
kurarlar. Kendilerinden başkasını
aldatamazlar da farkında değiller.
[58,18]
10 –
Kalblerinde bir hastalık vardır. Allah da
onların hastalıklarını daha da
ilerletti.
Bu yalancılıkları, bu samimiyetsizlikleri
sebebiyle bunlara gayet acı bir ceza vardır. [9,124-125;
47,17; 47,20]
11 –
Ne zaman onlara: “Yeryüzüne fesat saçmayın!”
denilse “Biz sadece barışçıyız,
ortalığı düzeltmekten başka işimiz
yok!” derler. [8,73;
47,11; 2,205]
12 –
Gözünüzü açın, bunlar bozguncuların ta
kendileridir, lâkin şuurları yok, farkında
değiller.
13 – Ne
zaman onlara: “Şu güzel insanların iman
ettiği gibi siz de iman edin” denilse “Yani o
beyinsizlerin inandıkları gibi mi inanalım?”
derler. Asıl beyinsizler kendileridir de farkında
değiller.
14 –
Bunlar iman edenlerle karşılaştıkları
vakit “Biz de müminiz” derler. Fakat şeytanlarıyla
başbaşa kaldıklarında da: “Emin
olun biz sizinle beraberiz, biz onlarla alay ediyoruz”
derler.
Şeytan: “Azgınlıkta,
şer ve kötülükte kendi benzerlerini çok geçmiş
kötü, inatçı” anlamında cins ismi olup
cinlerden olduğu gibi insanlardan da olabilir. Cin
şeytanlarının ataları İblis
olup, bazan özel isim olarak İblîs yerine eş-Şeytan
kullanılır.
15 –
Allah da kendileriyle alay eder ve azgınlıklarında
onlara mühlet verir; böylece onlar bir müddet başıboş
dolaşırlar.
Allah’ın alay etmesinden maksat, münafıkların
alay etmelerinin karşılığını
vermesidir. Müşâkele
babından olarak, benzer lafızla, tamamen farklı
mâna kasdetme söz konusudur. Mesela haylazlık
ederken sinsice gülen çocuğunu tehdid eden annesi
“Sen gül, ben de sana gülerim!” derken, onun gülmesinin
tamamen farklı şekilde olması gibi.
Kalbinde iman etmediği halde müslüman
görünen kimseye münafık denir. Bunlara İslâm
toplumunda müslüman muamelesi yapılır. Böylece:
1. İslâmın sabır ve müsamahası
uygulanır.
2. Onların nesillerinden gerçek müminlerin
yetişmesine imkân hazırlanır.
16 – İşte
onlar hidâyeti alacaklarına, dalâlete müşteri
oldular. Ama bu, kârlı bir ticaret olmadı.
Çünkü kâr yolunu tutmadılar.
17 –
Bunların hali, o kimsenin haline benzer ki aydınlanmak
için bir ateş yakar. Ateş çevresini aydınlatır
aydınlatmaz Allah onların gözlerinin nurunu
giderir ve karanlıklar içinde bırakır,
onlar da göremez olurlar. [63,3]
18 –
Sağır, dilsiz ve kördürler onlar, Onun için
hakka dönmezler. [22,46]
19 –
Yahut onların durumu gökten sağnak halinde boşanan
ve içinde yoğun karanlıklar, gök gürlemeleri
ve şimşekler bulunan yağmura tutulmuş
kimselerin durumuna benzer. Yıldırımların
verdiği dehşetle, ölüm korkusundan,
parmaklarını kulaklarına tıkarlar.
Fakat Allah kâfirleri çepeçevre kuşatır. [63,4;
9,56-57; 57,13-15]
20 –
Şimşek nerdeyse gözlerini köreltecek. Önlerini
aydınlattı mı
ışığında yürürler, karanlık
çökünce de dikilir kalırlar. Allah dileseydi
kulaklarını sağır, gözlerini kör
ederdi. Allah gerçekten her şeye kadirdir.
21 –
Ey insanlar! Hem Sizi hem de sizden önceki insanları
yaratan Rabbinize ibadet ediniz. Böyle yapmakla her türlü
zarardan korunmayı ümid edebilirsiniz. [32,3;
30,41; 39,28]
Âyetin
son kısmındaki ümidi ifade eden kelime
lealle olup Arapçada tereccî
yani ümit ifade eden başlıca edatlardan
biridir. Allah Teâlanın sözünde tereccî, ilk
bakışta tereddüde yol açabilir. Hâşâ,
sanki O’nun neticeleri kesin olarak bilmediği
zannını uyandırabilir. Fakat bu sathî
bir anlayıştır. Doğrusu şudur:
1.Birçok durumda terecciyi muhataplar bakımından
anlamak gerekir. Nitekim meali buna göre vermiş
bulunuyoruz. 2.Tereccî üslûbu, hem Allah, hem de kul
yönünden matlub olan tutumdur. Zira kulluk tavrı,
ümit ve korku arasında olup âkıbetten emin
olmamayı gerektirir. Öte yandan bu üslupla,
Allah, ilahî iradeyi hiçbir şeyin sınırlandırmayacağını
bildirmek ister. Kul: “Ben rabbimin şu emrini
yaptım, O da benim için şunu yapar” diyemez.
22 –
O rabbinize ki yeryüzünü size bir döşek, göğü
de bir kubbe yaptı.
Gökten yağmur indirip, onunla size rızık
olarak çeşitli mahsuller çıkardı.
Öyleyse siz gerçeği bilip dururken sakın
Rabbinize eş koşmayın.
Atmosfer tabakası, portakalın
kabuğunun portakalı sarması gibi dünyayı
çevrelemektedir.
Bu âyette İ’caz delillerinden bir
cüz vardır. Yer küresini çevreleyen ilk kısımda
çeşitli hava tabakaları bulunur. Bu tabakalar,
evrenin muhtelif yerlerinden gelen zararlı
ışınlardan dünyayı korur. Sadece dünyadaki
hayat için faydalı olanları geçirirler.
Binaenaleyh bunlar tavan veya gölgelik durumundadırlar.
İşte bulut ve yağmur da göğün bu
tabakasında meydana gelir”
23 –
Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’ânın
Allah’ın sözü olduğu hakkında şüpheniz
varsa, haydi onun sûrelerinden birine benzer bir sûre
meydana getirin ve Allah’tan başka güvendiklerinizin
hepsini çağırın, iddianızda haklı
iseniz. [10,37; 11,13;
17,88; 28,49]
Hz. Peygamber (a.s.)ın nübüvvetinin
başta gelen delili, Allah tarafından kendisine
verilen Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’ânın
Allah’ın sözü olması, i’caz vasfına
haiz olmasıyla tezahür etmiştir. İ’cazı
da itiraz eden kâfirlere tehaddi
etmesi, yani benzerini yapmaları konusunda onlara
meydan okuması ile ortaya çıkmıştır.
Bu âyet, tehaddi safhalarının sonuncusudur.
Şöyle ki: 1. Kur’ân ilk meydan okuduğunda,
Kur’âna benzer bir söz istedi (Tur, 33-34). 2.
Uydurma hikâyelerden de olsa on sûrenin benzerini (Hud,
13-14). 3. Hiç değilse bir sûrenin mislini
getirmelerini istedi. (Yunus, 38). 4. Tam misli olmasa
da kısmen olsun, Kur’âna benzer bir söz söylemeye
dâvet etti. Ne nüzul asrında, ne de ondan sonra
bir cevap çıkmadığından i’cazı
sabit oldu.
24 –
Bunu yapamazsanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız-
çırası insanlarla taşlar olan ve kâfirler
için hazırlanmış o ateşten sakının.
25 –
İman edip makbul ve güzel işler yapanları
müjdele: Onlara içinden ırmaklar akan cennetler
vardır. Öyle cennetler ki ne zaman, meyvelerinden
kendilerine birşey ikram edilirse: “Bu, daha önce
de dünyada yediğimiz şey!” diyecekler. Oysa
bu, onların aynısı olmayıp, benzeri
olarak kendilerine sunulacaktır. Orada onların
tertemiz eşleri de olacak ve onlar orada devamlı
kalacaklardır.
Cennetlikler için, cennetlerde tertemiz, pampâk
eşler, yani erkekler için hanımlar, hanımlar
için kocalar vardır. Bunlar sadece temiz değil,
her yönden temizlenmiştirler. Hem her türlü maddî
pisliklerden hem de ahlâksızlık, geçimsizlik
gibi manevî kirlerden. Dünyada da bu mutlulukların
benzeri bulunabilir. Fakat başta gelen önemli fark,
dünyanın geçiciliğine karşı,
cennetin daimî olmasıdır. Birtakım
kimseler, bu gibi müjdelerde, bilhassa yemek, içmekten,
kadınlardan bahsedilmesine itiraz etmek istiyorlar
ve: “Dine ait duygular, insanı bunlardan kesip,
yalnız ruhanî lezzetler ile uğraştırmalı”
diyorlar. Fakat şurası gariptir ki, böyle
diyenlerin hepsi bedene ait bu iki çeşit zevk için
can verenlerin yanında ortaya çıkıyor.
Halbuki bu müjdeler, görüldüğü üzere, her yönü
kapsayan eksiksiz zevkleri bir araya getirmektedir. Ve
âhiret zevklerinde dünyadaki zevklerden hiçbirinin
benzerinin eksik olmadığını ve bunun
karşısında dünyaya ait şehvetlerin
âdiliğini, çirkinliğini de gösteriyor.
26 –
Allah gerçeği açıklamak için bir sivrisineği,
hatta onun ötesinde olan bir şeyi misal
getirmekten çekinmez. İman edenler onun
Rablerinden gelen gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler
ise “Allah böyle misal vermekle ne kasdediyor”
derler. Allah bu misal ile birçoklarını
şaşırtır, yine onunla bir çoklarını
yola getirir; ancak bununla fâsıklardan başkasını
şaşırtmaz. [22,73;
29,41; 14,24; 74;31; 13,19-25]
Fısk kelimesinin sözlük anlamı “çıkmak,
huruc etmek” dir. Nitekim delikten çıkan
farelere “fâsıklar” denir. Dini terim olarak fâsık
“büyük günah işlemek suretiyle Allah’a itaat
çizgisinden çıkan” mânasınadır ki küçük
günahlarda ısrar etmek de bu bölüme girer.
Şer’î bakımdan fıskın üç
derecesi vardır. Birincisi: Günahı çirkin
saymakla beraber, ara sıra günah işlemek.
İkincisi: Üzerine düşerek devamlı günah
işlemek. Üçüncüsü: Çirkinliğini inkâr
ederek yapmaktır. Bu üçüncü tabaka küfür
derecesidir. Fâsık bu duruma gelmedikçe Ehl-i sünnet
mezhebinde kendisinden mü’min adı alınmaz.
Şu halde fâsık vasfı içinde kâfirler
bulunacağı gibi, imanını kaybetmemiş
olanlar da bulunabilir. Mu’tezile mezhebindekiler bu kısmı
ne mümin, ne kâfir saymayıp, ikisi ortası
saymışlar. Hâriciler ise, üçünü de kâfir
saymışlardır.
27 –
Bu fâsıklar o kimselerdir ki Allah’a kesin söz
verdikten sonra sözlerinden dönerler. Allah’ın
riayet edilmesini emrettiği ilişkileri
keserler ve yeryüzünde fitne ve fesat çıkarırlar.
İşte bunlar ziyana uğrayanların ta
kendileridir. [2,63]
28 –
Ey kâfirler! Allah’ı nasıl inkâr
edebilirsiniz ki siz ölü iken size hayatı veren
O’dur. Şunu bilin ki tayin ettiği vâde
gelince sizi öldürecek, yine diriltecek ve sonunda
O’nun huzuruna götürüleceksiniz. [52,35;
76,1; 40,11; 45,26] {KM, Hezekiel 37,1-14; İşaya
26,19; Daniel 12,2-3. Yuhanna 5,21; Romalılara
4,17}
29
– O’dur ki yeryüzünde bulunan her şeyi sizin
için yarattı. Sonra iradesi yukarıya yönelip
orayı da yedi gök halinde sağlamca nizama
koydu. O her şeyi hakkıyla bilir. [41,9-12]
{KM, Tesniye 10,14; I Krallar 8,27}
Yeryüzünde mevcut herşeyden insanlar için
bir faydalanma yönü vardır. Bu faydalanma şekli
bazısında müsbet, bazısında menfi
bir durumdadır. Hepsinin faydalı olması,
herbirinin, her şekilde ve herkes için faydalı
olması demek olmaz. Bir kısmında zararlı
olma durumu da vardır.
Haram kılınan şeyler ile kazanılmış
şahsî mallar dışında dünyadaki herşey
mübahtır. Buna Fıkıh ilminde ibahe-i
asliyye denir ki dayandığı başlıca
naslardan biri bu âyet-i kerimedir. “Canlar, ırz
ve namusun dışında, varlıkta aslolan,
mübah olmadır. Özel bir haram delili bulunmadıkça,
mübah ile amel olunur” şeklindeki fıkıh
kaidesi bu âyetten alınmıştır. Yalnız
akıllara kalsaydı kimi hep mübah der, kimi
hep haram der, kimi de şaşırır kalırdı.
Nitekim vahiy aydınlığından uzak
yerlerde böyle olmuş ve olmaktadır. Burada
şuna dikkat etmek gerekir ki bu serbestlik,
insanların tümüne eşit olarak yapılmış,
insanlar insan için yaratılmamış ve
birbirlerine.
mübah kılınmamıştır.
Bunun için insanların canları, ırzları
birbirlerine mübah değildir. Hatta bir insan kendi
canını, ırzını bile dilediği
gibi kullanmaya izinli değildir. İnsanlar,
kendileri için değil Allah’a kulluk için yaratılmışlardır.
Yedi gök: Müfessirlerin çoğuna göre
dünyanın üstünde bütün yıldızların
süslediği maddî âlemin hepsi bir gök olup, yedi
semanın birincisidir. Ve bunun ötesinde bundan başka
altı sema daha vardır. “Biz dünya semasını
yıldızlarla süsledik.” [37,6] âyeti de bu
mânada açıktır.
30 –
Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım” dediği vakit onlar: “Â!
Oradaki nizamı bozacak ve yeryüzünü kana
bulayacak bir mahlûk mu yaratacaksın? Oysa biz
sana devamlı hamd, ibadet ve tenzih etmekteyiz”
dediler. Allah: “Ben, sizin bilmediğiniz pek çok
şey bilirim” buyurdu. {KM,
Tekvin 1,26}
Tesbih: Allah Teâlayı tenzih etmek, yani Zatını
i’tikad, söz ve amel bakımından şanına
lâyık olmayan her türlü kusurdan yüce tutmaktır.
Hilâfet, “vekâlet” yani başkasına
vekil olmak mânasına gelir. Bu vekâlet, ya aslın
kaybolmasından veya bir ihtiyaçtan veya aczden,
yahut da sırf, asilin, vekiline bir şeref bahşetmek
lütfunda bulunmasından ileri gelir. Ve işte
Cenab-ı Allah’ın yeryüzünde velilerini
halife seçmesi, bu son nevidendir.
31 –
Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Müteakiben
önce onları meleklere göstererek: “İddianızda
tutarlı iseniz haydi Bana şunları
isimleriyle bir bildirin bakalım!” dedi. {KM,
Tekvin 2,20}
32 –
“Sübhansın ya Rab! Senin bize bildirdiğinden
başka ne bilebiliriz ki? Herşeyi hakkıyla
bilen, herşeyi hikmetle yapan Sensin” dediler.
33 –
Allah: “Âdem! Eşyanın isimlerini onlara sen
bildir” dedi. O da isimleriyle onları bildirince
Allah buyurdu: “Ben size demedim mi ki göklerin ve
yerin sırlarını Ben bilirim.” Ve Ben
sizin gizli açık yapmakta olduğunuz her
şeyi de bilirim.” [20,7;
27,25]
34 –
O vakit meleklere: “Adem için secde edin!” dedik.
İblis dışındaki bütün melekler
secde ettiler. İblis bunu yapmadı, kibrine
yedirmedi ve kâfirlerden oldu.
35 –
Ve dedik ki: “Âdem! Eşinle birlikte cennete
yerleşin, oradaki nimetlerden istediğiniz
şekilde bol bol yeyin, sadece şu ağaca
yaklaşmayın. Böyle yaparsanız
zalimlerden olursunuz.” [7,19-20;
20,120] {KM, Tekvin 3,6; 3,22; 2, 15-17}
“Bu cennet, dünyada bir bahçedir. Zira
Hz. Âdem (a.s.) dünyada yaratılmıştır.”
diyen müfessirler vardır. Fakat ekseri müfessirlere
göre maksat ebedî cennettir.
36 –
Derken Şeytan onların ayaklarını
kaydırarak içinde bulundukları nimet
yurdundan çıkardı. Biz de: “Haydi, dedik,
birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin. Siz
orada belirli bir süre ikamet edip yararlanacaksınız.”
37 –
Büyük pişmanlık duyan Âdem, Rabbinden
birtakım kelimeler öğrenip onlara göre
hareket etti. Rabbine yalvardı. Allah da tevbesini
kabul etti. Zaten O tevbeyi kabul eder, merhameti boldur.
[9,104; 25,71; 4,17-18].
Tevrat Hz. Adem’in tevbe etmesinden bahsetmez.
Allah insanın dünyadaki çilesini geçici
kılmıştır. Halife olmak üzere yaratılan
Âdem’in fıtratından ilim gücü yok
edilmemiştir. Vuku bulan zelle henüz tabiat (huy)
haline gelmemiştir. Onun için bu musîbetten hemen
sonra, bu yaratılışıyla Rabbine döndü
ve O’nun kendisine bazı kelimeler telkin ettiğini
sezdi ve o kelimeleri alıp onlarla amel etti. Bu
kelimeler 7,23’de bildirilmiştir.
38-39 –
Dedik ki: İnin oradan hepiniz! Artık ne zaman
Ben’den size doğru yolu gösteren rehber gelir de
kim ona uyarsa, onlara hiç bir korku olmayacak, hiç üzülmeyecekler
de. İnkâr edip âyetlerimizi yalan sayanlar ise
cehennemliktirler, hem de orada ebedi kalacaklardır.”
[20,123; 7,24-35]
40 – Ey
İsrail’in evlatları! Hatırlayın ve
düşünün size ihsan ettiğim nimetimi.
Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki Ben de
size karşı ahdimi yerine getireyim ve yalnız
Ben’den korkun! [44,30-34;
5,20] {KM, Tekvin
15,18; 17,2-14}
İsrail, Yâkub (a.s.) ın lakabı
olup İbranîcede “Allah’ın kulu”
“Allah’ın seçkini” mânasına geldiği
bildirilir. Bu hitap tarzında, yahudileri iman
etmeye bir teşvik vardır. Yani: “Ey Allah’ın
seçkin bir kuluna evlatlıkla bağlanmış
olan Tevrat Ehli, bu vasfınıza ve o aslınıza
lâyık bir tutum izleyin.”
Allah Teâla Hz. Âdem ve evladından,
kendisi tarafından gelecek olan talimata uymalarını
istemiştir. Bunu bir ahid tarzında bildirmiştir
(2,38). İsrail evlatlarının Tevratı
kabul etmeleri ile de, bu ahid Tevratla pekiştirilmiş,
geleceği bildirilen peygamberlere ve son peygamber
Hz. Muhammed (a.s.) a iman ederek bu ahdi yerine
getirmeleri emredilmiştir.
41 – Sizin
yanınızda bulunan Tevratı tasdik etmek üzere
indirdiğim Kur’ân’a iman edin, onu inkâr
edenlerin başını siz çekmeyin. Âyetlerimi
az bir fiatla, yani dünya menfaati karşılığında
satmayın. Asıl Bana karşı gelmekten
sakının. [2,89.91.97.101;
3,81; 4,47; 5,48; 6,92; 35,31; 46,12.30]
Maksat: Tevratın asli şeklidir.
42 – Hakkı
batıla karıştırmayın, bile bile
gerçeği gizlemeyin.
43 –
Hem namazı tam kılın, zekâtı verin,
rükû edenlerle beraber siz de namaz kılın.
44 – Halka
iyiliği emredip kendinizi unutuyormusunuz yoksa?
Halbuki
siz Tevratı okuyup duruyorsunuz.
Artık
aklınızı başınıza
almayacak mısınız?
[11,88]
45 –
Sabır göstererek, namazı vesile ederek
Allah’dan yardım dileyin. Gerçi bu çok zor bir
iştir, fakat içi saygı ile ürperenlere değil.
[29, 45]
Bütün bu emirler ve yasaklar İsrailoğullarına
hitab etmekle beraber, hükmü onlara mahsus değildir.
“Bunlar İslâm şeriatında da vardır.
Siz de bunlara İman ve itaat ediniz” demektir.
Zira Tefsir usulündeki bir kurala göre “Sebebin
hususiliği, hükmün umumiliğine mani değildir”
46 –
İçi saygı dolu olan bu müminler, Rablerine
kavuşacaklarını ve O’na döneceklerini
iyi bilirler.
47 –
Ey İsrail’in evlatları! Size ihsan ettiğim
nimetimi ve vaktiyle sizin atalarınızı diğer
insanlara üstün kıldığımı hatırlayın.
Kendi zamanlarında yaşayan insanlara üstün
kılınmışlardı.
48 – Öyle
bir günden sakının ki o gün hiç kimse başkasının
yerine birşey ödeyemez, kimseden şefaat kabul
edilmez, hiç kimseden fidye alınmaz, hem onlara
yardım da edilmez. [31,33;
26,100-101; 37,25]
Mu’tezile bu âyetten, büyük günah işleyenlere
şefaatin fayda vermeyeceği sonucunu çıkarmıştır.
Ehl-i sünnete göre âyet kâfirler hakkındadır
ve hitap, küfürde ısrar edenlere mahsustur. Zira
İsrailoğulları, kendilerinin babaları
ve dedeleri olan peygamberlerin, her hal ve durumda,
kendilerine şefaat edeceklerini iddia ediyorlardı.
Bu âyet, bunu reddediyor. Yoksa şefaatin muteber
olduğuna dair âyetler mevcuttur. İleride ele
alınacaktır. Ayrıca kesin hadisler de
vardır. Kabul edilmeyecek şefaat, herkesin
kendiliğinden ve Allah’ın iznine bağlanmadan,
yapılacağı düşünülen şefaatlerdir.
Şu halde kendiliklerinden şefaat edebilirler
zannıyla nebîlere ve velilere tapılmamalı,
ancak Allah’a ibadet etmelidir ki O, istediğine,
istediği zaman şefaat ettirir.
49 – Hem
sizi en feci işkencelere uğrattıkları
zaman Firavun’un adamlarından kurtardığımızı
da hatırlayın. Onlar sizin dünyaya gelen
erkek çocuklarınızı kesiyor, kız çocuklarınızı
ise kötülük için hayatta bırakıyorlardı.
İşte bunda size Rabbiniz tarafından çetin
bir imtihan vardı.
{KM, Çıkış
1,15-16}
Firavun, Mısırda Amalika hükümdarlarının lakabıdır.
Çoğulu Feraine’dir.
Nasıl ki Türk krallarına hakan, Rum krallarının
bazısına kayser, bazısına herakl (Herakliyus);
Habeş krallarına necaşi, Yemen
meliklerine tübba’, İran hükümdarlarına
kisrâ deniliyordu.
50 –
Yine hatırlayın ki sizin geçmeniz için
denizi yarmış, sizi kurtarıp, siz bakıp
dururken gözlerinizin önünde Firavun hanedanını
boğmuştuk. {KM, Çıkış
14,16; 21-30; Mezmurlar 78,13; 106,9-11}
Bu âyet-i kerime, hürriyetin, başta gelen
nimetlerden olduğunu hatırlatıyor. “İnsanın
başka birinin eli altında ve istediği
tarzda çalıştırabileceği bir halde
bulunması, üstelik bir de ağır, zor, pis
işlerde kullanılması, azap şekillerinin
en şiddetlilerinden olduğunda şüphe
yoktur. Hatta buna mâruz kalanlar ekseriya ölümü
temenni ederler. İşte Cenab-ı Allah’ın
burada açıkladığı birinci nimet, bu
kötü azaptan kurtulma nimetidir.
51 –
Ve bir vakit Mûsâ’ya kırk gecelik bir süre ayırmıştık.
Ama siz Mûsâ’nın ayrılmasından az
sonra, buzağıyı ilah edinip öz canınıza
kıymıştınız.
[7,142; 2,54.92; 4,153; 7,148; 20,85-97] {KM,
Çıkış 14,18; Tesniye 9,9.16}
52 –
Bundan sonra Biz sizi affettik ki şükredesiniz.
53 – Mûsâ’ya
Kitap ve Furkan’ı verdik, ta ki doğru yolda
yürüyebilesiniz. [28,
52-53; 21,48; 3,4; 25,1; 8,29]
Furkan: Tevrat’ın bir sıfatı veya Tevrat’taki şer’i
hükümler veya Tevrat’tan ayrı olarak yed-i
beyza ve asâ
gibi mûcizeler yahut bir zafer ve ferah olabilir.
54 –
Mûsâ kavmine dedi ki: “Ey kavmim! Sizler danaya
tutulmakla kendinize çok yazık ettiniz. Derhal
yaradanınıza tevbe edin. Nefsinizin kötü
arzularını kesin. Allah yolunda kendinizi öldürün.
Böyle yapmanız sizi yaratan nezdinde daha hayırlıdır.”
Böylece Allah da sizin tevbelerinizi kabul etsin. Çünkü
o tevbeleri çok kabul eder, merhamet ve ihsanı
boldur. {KM, Çıkış
32,27-28}
Âyetteki “nefislerinizi öldürün” mefhum
olarak üç mânaya gelebilir. 1-Hakikî mânası ki
herkesin kendi kendini öldürmesi, yani intihar
etmesidir. Lakin böyle olsaydı muhatap olacak
kavim kalmaz veya ancak âsiler kalırdı.
Şu halde kasdedilen mâna bu değildir.
2-Esasen kardeş olan bir kavmin fertlerine, haydi
bakalım şimdi birbirinizi öldürünüz
demektir. Tefsirciler çoğunlukla bu mânayı gözetmişlerdir.
Tur’a giden Hz. Mûsâ (a.s.) ın arkasından
Samirî, altından buzağı heykeli yapmış,
önce bağırtmış ve Apis öküzüne
tapan Mısırlılar ve diğer puta tapıcılar
gibi İsrailoğullarının bir kısmını,
“İşte Mûsâ bunu aramaya gitti.” diyerek
ona taptırmış çok yakın bir zamanda
bizzat şahid oldukları nimetlere karşı
nankörlük edip bir bozgun ve karışıklık
çıkarmış, kavmin diğer bir kısmı
Hz. Harun (a.s.) ile beraber bu gidişi önleyememişlerdi.
Hz. Mûsâ’nın dönüşüne kadar bu şirk
iyice yayılmıştı. O dönünce Furkanın
hükmüyle, hem buzağıya tapanlara, hem de
onları önlemeyip bekleyenlere hemen tevbe
etmelerini ve tevbe edenlerin, etmeyenleri derhal öldürmelerini
emretmiştir. Bu iç savaş Allah’ın
izniyle zaferle sonuçlanmıştı ki burada
o nimet hatırlatılıyor. 3-Sırf mecazî
mânası ile “nefsani isteklerinizi öldürünüz.”
Bu gerçek tefsir olmayıp işarî bir mânadır.
“Yani günahlarınıza pişman olarak gam
ve kederden canınızı çıkarın
yahut şehvetlerden menetmekle riyazet ediniz.”
55 –
Bir zaman da: “Ey Mûsâ! Biz Allah’ı açıkça
görmedikçe sana inanmayız” dediniz. Bunun üzerine
derhal sizi yıldırım çarptı, siz de
bakakaldınız.
56 – Siz
bir müddet ölü vaziyette kaldıktan sonra, şükredersiniz
ümidiyle sizi dirilttik.
Bunu yapanlar, elbette İsrailoğullarının
hepsi değildi. Bu ısrar üzerine mikatta yıldırıma
yakalananlar, seçilen yetmiş kişi idi.
57 –
Üzerinize bulutları gölge yaptık.
Size
kısmet ettiğimiz helâl hoş rızıklardan
yiyesiniz diye kudret helvası ve bıldırcın
indirdik.
Fakat
nankörlük etmekle onlar Biz’e değil,
kendilerine yazık ediyorlardı. [7,160;
20,80] {KM, Çıkış 13,21;
16,13-15}
58 –
Bir zaman da şöyle dedik: “Şu şehre
girin ve orada istediğiniz yerden bol bol yeyin.
Şehrin kapısından secde ederek, saygılı
bir tavırla girin ve “hıtta “başlıca
dileğimiz affedilmektir” deyin ki suçlarınızı
affedelim; muhsinlerin mükafatlarını daha da
artıracağız. [4,154;
7,161]
Maksat: Beyt-i Makdis veya Eriha şehridir.
59 – Ne
var ki o zalimler sözü değiştirip başka
şekle koydular.
Biz de o zalimlere, itaat dışına çıktıkları
için, gökten acı bir azap indirdik.
60 –
Bir zaman da Mûsâ kavmi için su arayıp Allah’a
yalvarmıştı.
Biz de: “Asanı taşa vur!” demiştik.
Bunun üzerine o taştan on iki pınar fışkırmış,
her bölük kendine mahsus pınarı bilmişti.
“Allah’ın rızkından yeyin için,
fakat sakın yeryüzünde fesat çıkararak taşkınlık
yapmayın” demiştik.
[7,160; 20,20; 26,45]
{KM, Çıkış 17,6; 15,27}
61 – Bir
vakit şöyle dediniz: “Mûsâ! Biz bir çeşit
yemeğe imkânı yok katlanamayacağız.
O halde bizim için Rabbine yalvar da yerin bitirdiği
sebzesinden, kabağından, sarımsağından,
mercimeğinden, soğanından çıkarsın.”
Mûsâ da: “Ne o! dedi. Siz, daha üstün olanı
vererek daha düşük olanı mı almak
istiyorsunuz?
Pekâla, şehre inin, işte istediklerinizi
orada bulursunuz.
Üzerlerine horluk ve yoksulluk damgası basıldı
ve neticede Allah’tan bir gazaba uğradılar.
Evet öyle! Çünkü Allah’ın âyetlerini inkâr
ediyor ve haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı.
Öyle oldu; çünkü onlar isyan ediyor ve sınırı
aşıyorlardı.
Mısr: hem özel isim olarak bu isimle
bilinen bir ülke, hem de cins ismi olarak “şehir”
anlamına gelebilir. Fakat İsrailoğulları,
Mısır’dan çıkışlarından
sonra, oraya tekrar dönmediklerinden, tefsircilerimiz
bunun cins isim olarak, Kudüs diyarındaki
kasabalardan herhangi birinin olabileceğini söylemişlerdir.
M. Hamidullah âyetin tefsirinde şöyle der:
“Yahudiler, Kudüs diyarını çevreleyen
şehirlere hücum etmekten korkuyorlardı. Hz Mûsâ,
onlara: “Canınız o sebzeleri istiyorsa onlar
o şehirde. Sıkı ise gidin oradan temin
edin!” demek istemişti.
62 –
İman edenler, yahudiler, hıristiyanlar, Sabiîler...
Her kim Allah’a ve âhiret gününe (gerçekten) iman
eder ve amel-i salih işlerse, elbette onların
Rab’leri yanında mükafatları vardır.
Onlar için herhangi bir korku olmadığı
gibi kendilerini üzecek bir şeyle de karşılaşmazlar.
[7,158; 11,17; 10,62; 41,30;
5.69, 22,17] {KM, Matta 2,23; Resullerin işleri
2,22}
Âyetin ilk kelimesindeki “İman
edenler” den maksat, birçok müfessire göre, dış
görünüşte iman ettiklerini söyleyen münafıklardır.
Zira daha sonraki kısımda gerçek iman
edenlerin bulunması, bu tefsire bir karine teşkil
etmektedir. Âyetteki “her kim Allah’a ve âhiret gününe
iman eder ve amel-i sâlih işlerse” cümlesiyle
beyan buyurulan gerçek iman edenlerin, Hz. Muhammed (a.s.)
ın peygamber olarak gönderilmesinden sonrakiler
diye tefsir edilmesi lâzım geldiğinde hiç
şüphe yoktur. Hz. Muhammed’in nübüvvetinden önce
Allah’a ve âhirete iman eden ve iyi amel işleyenler
bile, Tevrat ve İncîl hükmünce geleceğin büyük
Peygamberine iman ile yükümlü idiler. Böyle iken Hz.
Muhammed’in peygamberliğinden sonra onu inkâr
edenler arasında gerçek iman ehli bulunduğu
varsayımına imkân kalır mı?
Âyette zahirî îman sahipleri, Yahudi,
Sabiî ve hıristiyanlarla bir tutulmuş ve
hepsinin kurtuluşu, Kur’ân’da bildirilen rükünleriyle
kâmil iman ve salih amel şartına bağlı
kılınmıştır. Böylece İslâm
dininin dâvet ve hidâyetinde, bütün insanlara açık
evrensel bir din olduğu âşikâr olmaktadır.
Demek doğumla ilgili olan, ırk gibi bir din
anlayışı değil, tahkiki bir iman
esastır.
Yahûd: Arapçada bu kelime “tevbe etmek” veya “yahudi olmak”
anlamına gelir. Yahut cins ismi olup kavmin veya
boyun adıdır. Tekili ise Yahûdi olup o kavme
mensup olan kişiye denilir.
Nasârâ: Tekili nasrânî olup, hıristiyanlar mânasına gelir.
Hz. Îsâ (a.s.)’ın yaşadığı
Nâsıra şehrine mensubiyeti belirtir.
Sabiîn: Dilde “Sabie”
“bir dinden çıkıp başka dine girmek”
demektir. Bazı Tefsirler İslâm, Yahudi ve Hıristiyanların
dışında kalan diğer dinlerin
mensupları diye açıklarlar. Ayrıca
meleklere veya yıldızlara tapan insanlar olduğu
söylenmiştir. Âlemin tek Yaratıcısına
inanmakla birlikte, dünyanın ve insanların yönetiminin
gök cisimlerine bırakıldığını
ileri sürerler. Hz. İbrâhim (a.s.) bunları
irşad için gönderilmişti. Günümüzde yıldız
falına inanma ve yıldızların gücüne
sığınma bunlardan kalmadır.
63 –
Ey İsrail’in evlatları! Bir vakit de Tevratı
uygulayacağınıza dair sizden söz almış,
sonra bu ahdi bozduğunuz için Dağı üzerinize
kaldırarak demiştik ki: Size verdiğimiz
Kitaba kuvvetle sarılın ve muhtevasını
iyi inceleyip ders alın ki kötü akıbetten
korunasınız. [7,171;
23,20; 95,2] {KM, Çıkış 34,27}
Dağı: Yani “Sina dağını”
(Tur-i Sinâ)
64 –
Bundan sonra yine yüz çevirdiniz. Eğer üzerinizde
Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı
elbette hüsrana uğrayanlardan olurdunuz.
65 –
İçinizden sebt günü haddi aşanları
elbette bilirsiniz. Biz böyle yapanlara “Aşağılık
maymun olun!” dedik. [7,163-166;
5,60]
66 –
Bunu, hem bu hâdiseye şahit olanlara, hem de
sonradan gelecek olan nesillere bir ibret ve
korunacaklara da bir öğüt kıldık.
67 –
Bir vakit de Mûsâ kavmine: “Allah, bir sığır
kesmenizi emrediyor” demiş, onlar da: “Ay! Sen
bizimle alay mı ediyorsun” diye cevap vermişlerdi.
Mûsâ da “Öyle cahillere katılmaktan Allah’a
sığınırım” demişti. {KM,
Sayılar 19,1-3; Tesniye 21,1-3.8}
Sûrenin adı, bu âyette başlayan
bakara kıssasından alınmıştır.
Bakara, “bakar”ın müennesi veya müfredidir.
Bakar, manda cinsine de şamil olmak üzere sığır
cinsinin genel ismidir. Buna göre bakara: erkek veya dişi
sığır, yani bir inek veya bir öküz, bir
deve veya bir tosun veyahut bir manda olabilir.
68 – Bunun
üzerine Mûsâ’ya: “Peki öyleyse rabbine yalvar da
onun ne olduğunu bize açıklasın”
dediler. Mûsâ: “Rabbim şöyle buyuruyor: O sığır
ne pek geçkin ne de körpe olmayıp orta yaşta
dinç bir inek olacaktır” Haydi size emredilen işi
yapın bakalım” dedi.
69 – Bu
sefer dediler ki: “Rabbine yalvar da onun rengini bize
bildirsin” O da: “Allah diyor ki: “O, bakanların
içini açan parlak sarı bir inek olacaktır”
dedi.
70 –
Onlar yine dediler ki: Bizim adımıza Rabbine
yalvar da onun nasıl olacağını bize
iyice bildirsin.
Zira istenen sığır, bize diğerlerine
benzer geldiğinden tereddütte kaldık. Ama inşaallah
asıl istenen sığırı buluruz.
71 –
Mûsâ: “Rabbim şöyle diyor: O inek, ne toprağı
sürmek için çifte koşulmuş, ne de ekin
sulamada çalıştırılmış
olmayan, salma ve her kusurdan uzak, hiç alacası
bulunmayan bir inek olacaktır.”
Onlar: “İşte şimdi gerçeği tam
anlayacağımız tarzda bildirdin” diyerek
nihayet sığırı kestiler ki az kaldı
yapmayacaklardı.
Tevrat bu olaya değinir (KM, sayılar
19,1-3). Fakat, yahudilerin gereksiz sorularla işi
uzatıp bu görevi savsaklamaya çalıştıklarına
yer vermez.
72 – Hani
siz bir adam öldürmüştünüz de peşinden
katilin kim olduğu hakkında birbirinizle
kavgaya tutuşup suçu üzerinizden atmıştınız.
Halbuki Allah sizin gizlediğinizi meydana çıkaracaktı.
73 –
Bunun üzerine dedik ki: “Kestiğiniz sığırın
bir parçasıyla o maktûlün cesedine vurun” (Vurulunca
da o diriliverdi.)
İşte Allah bunu nasıl dirilttiyse ölüleri
de öyle diriltir.
Aklınızı iyice kullanasınız
diye âyetlerini size gösterir. [2,259-260]
Allah Teâla inek kesme emri ile onların
içlerine yerleşmiş sığıra
tapma geleneğini kesmek istiyordu. Taptıkları
nesnenin âcizliğini gösteriyordu. Ayrıca
onun parçalarından biri ile ölüye vurulmasını
emredip bir ölüyü dirilterek mûcize göstermek
istiyordu. Bunun topluca görülmesi için, böyle bir
merasim düzenlendiği anlaşılıyor.
Buna benzer bir kıssa Tevrat’da yer alır. (Tesniye,
21,1-9)
74 –
Sonra bunun arkasından kalpleriniz katılaştı,
artık onlar taş gibi, hatta ondan da katı!
Çünkü öyle taş var ki içinden ırmaklar fışkırır.
Öylesi var ki çatlar da bağrından su kaynar.
Ve öylesi var ki Allah’a olan tazimi sebebiyle yukarıdan
düşüp parçalanır.
Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
75 – Nasıl
olur onların size güvenmelerini beklersiniz ki
onlardan bir zümre vardı ki Allah’ın kelamını
işitip akılları aldıktan sonra, bile
bile onu tahrif eder, değiştirirlerdi.
[3,78; 4,46; 5,13] {KM, Yeremya, 8,8; 7,22-24}
76 –
Onlar iman edenlerle karşılaştıklarında
“Biz de iman ettik” derler.
Kendi aralarında kaldıklarında ise: “Ne
yapıyorsunuz? derler, Rabbinizin huzurunda
aleyhinize hüccet edinsinler diye mi tutup Allah’ın
size açtığı gerçeği onlara söylüyorsunuz?
Hiç aklınızı kullanmıyor musunuz?”
77 –
Bilmiyorlar mı ki Allah onların gizlediklerini
de bilir, açıkladıklarını da?
78 –
Onların bir kısmı da ümmîdir. Kitap
nedir bilmezler.
Bütün bildikleri, kendilerine anlatılan birtakım
kuruntu ve uydurmalardır.
Onlar sadece bir zan içindedirler.
79 –
Elleriyle kitap yazıp, biraz para almak için:
“Bu Allah tarafındandır” diyenlerin vay
haline!
Vay o ellerinin yazdıklarından ötürü onlara!
Vay o kazandıkları vebal yüzünden onlara!
80 –
Bir de derler ki: “Cehennem ateşi, sayılı
birkaç gün dışında bize asla
dokunmayacak”
De ki: “Buna dair Allah’tan garanti mi aldınız?
Aldıysanız ne âla, Allah vâdinden asla
caymaz.”
Yoksa kesin bilmediğiniz şeyi mi Allah adına
söylüyorsunuz?
81 – Hayır,
durum hiç de öyle değil.
Günah işleyip de günahın kendisini her
taraftan kuşatıp kapladığı
kimseler var ya!İşte onlar cehennemliktir.
Hem de orada ebedi kalacaklardır.
82 –
İman edip makbul ve güzel işler yapanlar ise,
İşte onlar da cennetliktir.
Hem de orada ebedi kalacaklardır. [4,124]
83 – Bir
vakit İsrailoğullarından söz alıp:
“Allah’dan başkasına ibadet etmeyin.
Anneye babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara güzel
muamele edin,
İnsanlara tatlı söz söyleyin, namazı
hakkıyla eda edin, zekâtı verin” demiştik.
Sonra pek azınız hariç sözünüzden döndünüz.
Hâla da yüz çevirmektesiniz. [17,23-26;
31,13-15]
84 –
Hani sizden, birbirinizin kanını dökmeyin,
birbirinizi ülkenizden çıkarmayın diye söz
almıştık, siz de bunu kabul etmiştiniz.
Buna
siz de şahitlik edersiniz.
85 –
Ama işte siz birbirinizi öldürüyor, bir kısmınızı
yurdunuzdan çıkarıyor, onlara karşı
günahta ve zulümde birbirinizi destekliyorsunuz.
Bununla
beraber, onlar esir olarak gelirlerse fidyelerini verip
onları kurtarıyorsunuz.
Halbuki
aslında onların çıkarılması
size haram kılınmıştı.
Ne
o, Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını
red mi ediyorsunuz?
İçinizden
böyle yapanların elde edeceği netice, dünya
hayatında rüsvaylıktan başka bir şey
değildir.
Kıyamet
günü ise en şiddetli azaba itilirler.
Allah
yaptıklarınızdan habersiz değildir.
Hicretten önce Medine’deki Yahudi
kabilelerinden Benî Kurayza Evs, Benî Nadîr ise
Hazrec ile anlaşma yapmışlardı.
Bunlar, birbiri ile savaşınca Yahudi müttefikleri
de savaşa katılıyor, Böylece Yahudiler
de birbiri ile savaşıyorlardı. Fakat esir
düşenler arasında Yahudi varsa fidye alarak
serbest bırakıyorlardı. Fidye almaları
ayıplanınca “Cevaz var” demeleri üzerine,
onlar “savaşma” yasağını ne
yapacaksınız?” diye sıkıştırılıp
çelişkileri sergileniyor.
86 –
İşte onlar âhiretlerini harap ederek, ona
mukabil dünya hayatına müşteri olmuşlardır.
Onun için, bunların cezası asla hafifletilmez,
kendilerine yardım da edilmez.
Dünya, ednâ ism-i tafdilinin
müennesi olup “en yakın” veya “pek alçak”
mânasına bir sıfattır. Kur’ân’da geçen
el-hayatu’d-dünya
aslında “dünya hayatı” değil, dünya
hayat, yani aşağılık ve alçak hayat
anlamındadır.
Veyahut bugün fiilen içinde bulunulmak
itibariyle “en yakın bulunan hayat” demek olur.
87 –
Biz Mûsâ’ya kitap verdik. Ondan sonra peşpeşe
peygamberler gönderdik. Meryem’in oğlu Îsâ’ya
da mûcizeler, açık deliller verdik ve onu
Ruhu’l-Kudüs (Cebrâil) ile destekledik.
Demek size her ne zaman bir Peygamber gelip de
nefislerinizin hoşlanmadığı bir
şey getirirse kafa tutacak, onların kimine
yalancı deyip kimini öldüreceksiniz ha! [5,44;
2,117; 3,47.59; 19,35]
Hz. Meryem, Kur’ân’da adı geçen
tek hanımdır.
Ruh’ul-Kudüs hakkında: 2,253;
5,115; 16, 102. {KM, Mezmurlar 51,13; İşaya
63,10-11}
Îsâ: Süryanîce İşû’dur.
Nitekim bazı hıristiyanlar Yesû, Frenkler
Jesus derler. Bunun ism-i mensubu (sıfatı)
olan Jezvit (Jesuite) İsevî, diğer bir
tabirle Yesûî demek ise de Katolik papazların özel
olarak kurdukları cemiyete has bir isim olmuştur.
Meryem: Süryanî dilinde “hizmetkâr” demektir. Ruhu’l-kudüs:
Kelime olarak, fevkalade temizlik, nezahet yahut bereket
ruhu veya mukaddes ruh mânasına gelir. Ekseri müfessirlerce
Cebrâil (a.s.) olarak tefsir edilmektedir.
88 –
“Kalplerimiz perdelidir” dediler. Öyle değil!
Kâfirlikleri sebebiyle Allah onlara lânet etti.
Onun için pek az iman ederler. [41,5;
4,155] {KM,
Tekvin 17,7; Levililer 12,4; Tesniye, 30,6; Yeremya
9,26}
Âyette geçen gulf,
ağlef’in çoğuludur. Gulfe
veya gılaf’dan
“kabuklu” yani “sünnetsiz” ya da “kılıflı”
demektir ki burada kelime “kaşarlanmış”
mealindedir. O Yahudiler böyle diyerek Hz. Muhammed (a.s.)
ın dâvetine karşı kalblerinin kapalı
olduğunu ve bunları dinlemeye, anlamaya yanaşmak
niyetinde olmadıklarını, alay ve küçümseme
ile söylemek ve akıllarınca iftihar etmek
istediler.
“Sünnetsiz kalb” tabirinin “nankör,
inkârcı kalb, Allah’a verdiği ahdi bozan
kalb” mânasına Tevrat’da da kullanıldığını
görmekteyiz. Bazı Beni İsrail peygamberleri
Yahudileri “sünnetsiz kalb” taşıdıklarından
ötürü acı bir şekilde kınamışlardır.
(Tesniye 30,6; Yeremya 9,26).
89 –
Onlara, Allah tarafından, ellerindeki Tevrat’ı
tasdik eden bir kitap gönderildiği zaman.
Daha önce kâfirlere karşı zafer kazanmak için
“ahir zaman Peygamberi hakkı için” diye dua
ettikleri halde.
Evet o tanıyıp bekledikleri Peygamber
kendilerine gelince, onu inkâr ettiler.
O sebeple, Allah’ın lâneti de kâfirlerin
boynuna olsun.
Yahudilerin kendi kitaplarındaki
bilgilere dayanarak, yakında gelecek bir Peygamber
bekledikleri Medine’de meşhur idi. Şu söz
devamlı ağızlarında idi: “Şu
putperestler biraz daha hükmetsinler bakalım.
Peygamber geldiğinde onların hesabını
göreceğiz.” Fakat o gelince, sırf ırkçılık
sebebiyle ona düşman oldular.
90 –
Ne kötü o, karşılığında
kendilerini sattıkları şey ki,
Allah’ın kullarından dilediği birine
kendi lütfundan vahiy indirmesini kıskanarak,
Allah ne indirdiyse hepsini inkâr ettiler de gazap üstüne
gazaba uğradılar!
Kâfirler için zelil ve perişan eden bir azap da
vardır.
91 – Onlara:
“Allah’ın indirdiği bu Kur’ân’a da
iman edin” denildiği vakit:
“Biz sadece bize indirilene inanırız”
derler.
Kur’ân, ellerindeki Tevratı tasdik eden hak
kitap olmasına rağmen,
kendi kitaplarından başkasını inkâr
ederler.Onlara de ki: “Size gönderilen Tevrat’a
inanma iddianızda samimi iseniz,
peki ne diye daha önce, Allahın nebîlerini öldürüyordunuz?
[61,6]
92 – Mûsâ
size en açık delil ve mûcizelerle geldi de, sonra
kalkıp, onun yokluğunda buzağıyı
tanrı edindiniz.
Siz öyle zalimlersiniz işte!
93 –
Bir zaman: “Size verdiğimiz kitaba kuvvetle sarılın
ve onu dinleyin” diye Tur’u (Dağı)
tepenize kaldırıp sizden kesin söz aldık.
Onlar: “Dinledik ve fakat isyan ettik” dediler.
Çünkü kâfirlikleri sebebiyle buzağıya
tapma sevgisi iliklerine işlemişti.
De ki: “Eğer mümin iseniz, imanınız
size ne kötü şey emrediyor!”
94 – De
ki: Eğer Allah katında âhiret yurdu (cennet)
bütün insanlar içinde yalnız size ait ise ve bu
iddianızda samimi iseniz haydi ölümü istesenize!
[62,6-8; 19,75; 3,61]
95 –
Fakat elleriyle yaptıkları işler ortada
iken, ölümü asla istemezler.
Allah o zalimleri pek iyi bilir.
96 –
İnsanlar içinde dünya hayatına en hırslı
olanların onlar olduğunu görürsün.
Hatta bu hırsta müşriklerden bile daha
ileridirler.
Onlardan her biri bin yıl yaşamak ister. Fakat
uzun ömür onu cezadan uzaklaştıracak değildir.
Allah, onların bütün yaptıklarını
görür.
“Âhiret sırf bizimdir” demek, öldükten
sonra herkes ya mahvolup yok olacak, sadece biz kalacağız;
ya da herkes cehenneme gidecek, yalnızca biz
cennete gideceğiz ve orada biz mutlu olacağız”
demek olur. Ölümden sonra böyle ebedi bir mutluluğun
yalnız kendilerine ait olduğuna cidden inanmış
olanların, zahmetler, elemler ve kederlerle dolu
olan şu üç - beş günlük dünya hayatına
sımsıkı sarılmalarının hiçbir
anlamı yoktur. Bu düşüncede olanların
bir an önce ölümü temenni etmeleri gerekirken, onlar
asla istemezler. Zira âhiret için hazırladıkları
şeyler zulümler, cürümler, cinayetlerdir. Yani
bunlar zaten sabıkalı kimselerdir. O kirli
ellerin neler yaptığını, âhirete ne
yüzle varacaklarını vicdanları duyar da
dünya cennetinden vazgeçmezler, ölümü isteyemezler.
Allah o zalimleri bilmez mi sanıyorlar ki, âhiret
yurdu bizimdir, diyorlar. Oysa Allah bütün zalimleri
bilir.
Bu ruh hali, kaçınılmaz olarak
iki sebebin birinden ayrı değildir. Ya bunlar:
“Âhiret sırf bizimdir” derken, bunun yalan
olduğunu bilerek söylüyorlar. Böylece âhirete
asla inanmıyorlar demektir. Ya da bunların
maksadı gerçek âhiret olmayıp bekledikleri dünyevî
bir gelecektir. Gerçekten yahudiler son devirlerde âhiret
kavramını tahrif ve tevil ederek şu
ideale sahip olmuşlardır: Kendilerine vaad
edildiğini ileri sürdükleri kutsal topraklarda
devlet kurduktan sonra, bütün dünyayı istila
edecekler, dünyanın tek devleti olacaklardır.
97 – De
ki: “Kim Cebrâil’e düşman ise iyi bilsin ki,
bu Kur’ân’ı daha önceki kitapları tasdik
etmek, inananlar için bir rehber ve müjde olmak üzere,
Allah’ın izniyle senin kalbine o indirmiştir.
[4,150-151; 19,64; 66,4]
{KM, Daniel 8,16-26; 9,21-27. Luka, 1,26-37}
98 –
Kim Allah’a, meleklerine, resullerine, Cebrâile, Mikâil’e
düşman ise, iyi bilsin ki Allah da kâfirlerin düşmanıdır.
Peygamber Efendimiz (a.s.) Medineye hicret
buyurduklarında Fedek yahudilerinin bilginlerinden
Abdullah ibn Sûriya, münazara için bir grupla geldi.
Sorduğu dört müşkil soruya doğru
cevaplar aldıktan sonra; vahiy getiren meleği
sorup “Cebrâil” cevabını alınca “O
bizim düşmanımızdır, o savaş
ve şiddet getirir, bizim elçi meleğimiz Mikâil’dir
ki o müjde, bereket, ucuzluk getirir. Eğer sana o
gelseydi iman ederdik.” Bu uzun kıssa üzerine bu
âyet nazil olmuştur. Hz. Ömer’le ilgili başka
bir nüzul sebebi daha rivayet edilir.
99 –
Biz sana apaçık âyetler indirdik.
Onları yoldan çıkan sapıklardan başkası
inkâr etmez.
100 –
O fâsıklar hem bunları reddedecek, hem de ne
zaman bir antlaşma yapsalar, içlerinden bir güruh
onu bozup atıverecek öyle mi?
Hatta sadece az bir güruh da değil, onların
ekserisi ahit tanımaz imansızlardır.
|