KUR'AN-I KERİM İNDEKS
21 – ENBİYÂ SÛRESİ
112
âyet olup, Mekke döneminin sonlarında inmiştir.
Bir önceki Tâ hâ sûresinin sonlarında geçen dümdüz
yolu, geniş tarzda anlatır. Mekke müşriklerinin
akaid esaslarına yaptıkları itirazlara
cevaplar verilir. İnsanlara tarihin çeşitli dönemlerinde
doğru yolu gösterip fazilet mücadelesi yapan nebîlerin
(Mûsâ, Harun, İbrâhim, Lût, İshak, Yâkub,
Nûh, Davud, Süleyman, İsmâil, İdris, Zülkifl,
Yunus, Zekeriyya, Yahya ve Îsâ nebîlerin (aleyhimü’sselam),
bilhassa Hz. İbrâhim’in (a.s.) tevhid mücadelesi
ve fazileti ayrıntılı olarak nakledilir.
Sonunda
bu kıssaların gayesi olarak,
İslâm’ın tek din olduğu
bildirilip Hz. Peygamber (aleyhi’s selam) teselli
edilerek sûre sona erdirilir.
1
– İnsanların
hesap verme vakti yaklaştı. Ama onlar hâla
koyu bir gaflet içinde haktan yüz çevirmekteler.
[16,1; 54,1]
2-3
– Rab’leri tarafından
kendilerine gelen her yeni uyarıyı,
alaya alıp
kalpleri eğlenceye dalarak dinlerler.
Hem o
zalimler aralarında kulis yapıp, şu fısıltıyı,
gizlice yayarlar: “O da sizin gibi bir insandan başka
birşey değil.
Şimdi
siz göz göre göre sihire mi kapılacaksınız
yani?” [17,48; 25,9]
4
– Resul dedi ki:
“Rabbim gökte olsun, yerde olsun, söylenen her sözü
bilir.
O öyle mükemmel
işitir, öyle mükemmel bilir ki!” [17,48;
25,9]
5
– (Kur’ân’ı
kime mal edecekleri konusunda şaşıp kaldılar,
cevapları
kendilerini bile tatmin etmeyip durmadan fikir değiştirdiler.)
“Hayır dediler, bu adğâsu ahlam: karışık karışık rüyalar.
“Yok yok,
böyle değil, anlaşılan onu kendisi
uydurmuş!”
“Hayır!
bu da değil, galiba o bir şair!”,
“öyleyse
önceki peygamberlere verilen mûcizeler kabilinden
istediğimiz mûcizeyi bize göstersin!”
[17,59; 10,96-97]
6
– Kendilerinden önce
imha ettiğimiz hiç bir şehir halkı iman
etmedi, şimdi bunlar mı iman edecekler?
7
– Biz senden önce
de, ancak kendilerine vahiy gönderdiğimiz birtakım
erkekleri peygamber gönderdik. Şayet bilmiyorsanız,
hatırlayıp bilenlere sorunuz.
Hatırlayıp
bilenler diye tercüme edilen kelimenin aslı
“Ehlu’z-zikr” yani Kitap, Tebliğ veya uyarının
muhatapları” demektir. Tevrat, İncîl,
Kur’ân esas itibariyle bir kitap ve uyarıdır.
8
– Biz onları
yeyip içmeyen bedenden ibaret kılmadık; hem dünyada
onlar ebedî olarak da kalmadılar.
İnsan
olarak onlar yemeye içmeye muhtaç idiler. Onlar ölümsüz
de değildiler, ömür sürelerini tamamlayıp
vefat ettiler.
9
– Sonra onlara
verdiğimiz sözü yerine getirdik.
Onları
ve beraberlerinde bulunan dilediğimiz kullarımızı
kurtardık, haddi aşanları ise helâk
ettik.
10
– Muhakkak ki, hayatınız
için gerekli notları içeren,
size şan
ve şeref sağlayan bir kitap indirdik. Neden düşünmüyorsunuz?
[43,44]
11
– Zulme batmış
nice beldelerin bellerini kırdık, onlardan
sonra da başka toplumlar yarattık. [17,17;
22,45]
12
– Onlar bizim baskınımızı
hisseder etmez, derhal
bineklerine yönelip kaçmaya yeltendiler.
13
– “Yok, dedik,
tepinmeyin, dönün o içinde şımardığınız
refah ve konfora! Dönün o konaklarınıza ki
sorguya çekileceksiniz.”
14
– “Eyvah!,
dediler, gerçekten biz zalim kimselermişiz! Eyvah!
Eyvah!”
15
– Bu feryatları
sürüp gitti. Nihayet onları öyle yaptık ki
biçildiler, sönüp kül oldular...
16
– Elbette Biz göğü,
yeri ve aralarında olan varlıkları oyun
ve eğlence olsun diye yaratmadık. [38,27;
53,31]
Yüce
Allah kâinatı dolduran kudret, hikmet ve sanat mûcizelerini
insanlar inceleyip onların Yaratıcısını
tanısınlar, onlardaki menfaatlerini elde
etsinler, onların ebedi cennetteki asıllarına
delâletlerini anlasınlar ve bir de burada yaptıkları
işleri, iyilikler için mükâfat, kötülükler için
ceza olarak karşılığını
alsınlar, böylece hak yerini bulsun diye yarattığını
burada beyan buyuruyor.
17
– Eğlenmek
isteseydik nezdimizde eğlenecek çok şey
bulurduk! Faraza yapacak olsak, öyle yapardık!
Allah’a
eş, evlat, kız, oğul, nesil isnad eden
şirk inançlarını, açıkça
reddetmek içindir. Zira yüce âlemde melâike, hûriler
gibi mahlûklar zaten vardı. Onlar dururken yeryüzünden
eş, evlat edinmeye gerek olmazdı.
18
– Hayır! Biz
gerçeği söyler, gerçeği yaparız!
Hakkı
batılın tepesine indiririz de beynini parçalar,
bir anda canı çıkar o batılın!
Allah hakkındaki
böyle boş düşüncelerinizden ötürü yuh
aklınıza, yazıklar olsun size!
19
– Halbuki göklerde
olsun, yerde olsun kim varsa O’nun mülküdür.
O’nun nezdindeki melekler O’na ibadeti, ne gurur
meselesi yapar, ne de ibadetten yorulurlar. [4,172]
20
– Gece gündüz,
usanmadan, ara vermeden tesbih ve ibadet ederler. [66,6]
21
– Buna rağmen,
yine de onlar, yerde birtakım varlıkları,
insanları öldükten sonra diriltecekleri zannı
ile tanrı edindiler.
22
– Halbuki gökte ve
yerde, Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı
oraların nizamı bozulurdu.
Demek ki o
yüce Arş ve hükümranlığın sahibi
Allah, onların zanlarından, onların
Allah’a reva gördükleri vasıflardan münezzehtir,
yücedir! [23,91]
Kâinatta
kemal sıfatları ile muttasıf, yani ilim,
kudret, iradesi mutlak ve sınırsız olan
birden fazla ilah bulunsaydı, farazî olarak şu
ihtimaller olabilirdi: 1. Onlardan yalnız birinin hükmü
yürüseydi diğerleri âciz ve noksan olurlardı
ki bu ilah olmakla bağdaştırılamaz.
2. Her biri eşit kudret ve hakimiyete sahip
olsalardı, ayrı ayrı nizamların
bulunması gerekirdi. O takdirde de, mevcut olan bu
nizam bulunmazdı. 3. İlahların fazla değil,
sadece iki tane olup bunların bir tek nizam kurup
birleştikleri varsayılırsa iki etkenin (illetin)
bir nesne (malül) üzerinde çekişmesi sonucu
ortaya çıkar, nizamın devamı imkânsız
olurdu. 4. Birbirleriyle anlaşmazlık halinde
olsalardı zaten baştan beri nizam kurulamazdı.
Bu
âyet-i kerime Kelam ilminde, tevhidin ispatında en
önemli kaynak teşkil eden esaslardan biridir.
Kelamda buna bürhan-ı temânu adı verilir.
23
– O yaptıklarından
sorumlu değildir. O’nu sorguya çekecek kimse
yoktur, ama insanlar mutlaka sorgulanacaklardır. [15,92-93;
23,88]
24
– Yine de tuttular,
O’nun yanısıra başka birtakım tanrılar
edindiler. Ey Resûlüm! De ki: “İddianızı
ispatlayın, delilinizi getirin görelim!”
Böyle bir
delil de getiremediklerine göre -ki: “İşte
bu tevhid, benimle beraber olanların ve benden önceki
peygamberlerin öğretisidir.”- Hayır, onların
çoğu gerçeği bilmiyor ve bu sebeple de ondan
yüz çeviriyorlar.
25
– Nitekim senden önce
hiç bir peygamber göndermedik ki ona:
“Benden
başka İlah yok, öyleyse yalnız Bana
ibadet edin!” diye vahyetmiş olmayalım. [43,45;
16,36; 21,92]
26
– Gerçek bu iken,
bazıları kalkıp: “Rahman evlat edindi”
iddiasında bulundular.
O, bundan münezzehtir.
Bilakis
onların evlat dedikleri melekler O’nun ikram ve
takdirine mazhar olmuş kullarıdır. [16,57;
43,19]
27
– O, kendilerine
sormadıkça hiç bir söz söylemezler, sadece Onun
emirlerini yerine getirirler.
28
– O onların
yaptıklarını da yapacaklarını
da,
açıkladıklarını
da gizlediklerini de bilir.
Onlar,
sadece O’nun razı olduğu kimse hakkında
şefaat ederler.
Ona
duydukları tazimden ötürü çekinir, titrerler. [2,255;
34,23]
29
– Onlardan kim çıkıp
da “O’nun yanısıra ben de İlahım”
diyecek olursa, buna karşılık cehennemi
veririz. İşte Biz zalimleri böyle cezalandırırız.
30
– Hakkı, inkâr
edenler görüp bilmediler mi ki
göklerle
yer bitişik (bir bütün) idi onları Biz ayırdık,
hayatı
olan her şeyi sudan yaptık. Hâla
inanmayacaklar mı?
Kâinatın
yaratılışı konusunda bilime yol gösteren
teorilerin en çok kabul görenleri, Kur’ân’ın
bildirdiği hususlara yaklaşmaktadır. Güneş
sisteminin oluşumu, şöyle izah edilmektedir:
“Güneş ve gezegenler, önce bir bulutu andıran
gaz ve toz (nebula) halinde idi. Bu kütle, çekim
kuvvetinin etkisiyle dönmeye ve soğumaya başladı.
Bu dönüşün süratli olması sebebiyle yoğunlaşan
ana kütlelerden bazı parçalar kopup, ana kütlelerin
etrafında dönmeye devam ettiler (...) Gezegenler
nihâyet iyice soğuyarak bugünkü şekillerini
aldılar.” (Prof. Dr. A. Kızılırmak,
Astronomi Dersleri, 11,198-201, İzmir, Ege Üniv.
Mat. 1966)
31
– Yerin insanları
sarsmaması için oraya dağlar yerleştirdik.
Maksatlarına
ermeleri için orada geniş yollar, geçitler yaptık.
32
– Göğü de
dengesizliğe düşmekten korunmuş bir
tavan durumunda yarattık.
Onlarsa hâla
gökteki delillerden yüz çevirmektedirler. [51,47;
91,5; 50,6; 2,22; 12,105]
Portakalın
meyvesini saran kabuğu gibi dünyayı saran
atmosfer tabakasına işaret olup göklerdeki
kudret delillerine dikkat çekmektedir.
33
– Geceyi ve gündüzü,
güneşi ve ayı yaratan O’dur. Her biri bir yörüngede
yüzmektedir. [6,96; 36,40]
34
– Senden önce hiçbir
insana dünyada, ebedî hayat nasib etmedik.
Sanki sen
ölsen, onlar ebedî mi kalacaklar!
[55,26-27]
35
– Her can ölümü
tadacaktır.
Biz, sizi sınamak
için gâh şerle, gâh hayırla imtihan ederiz.
Sonunda
Bizim huzurumuza getirileceksiniz.
36
– Kâfirler seni görünce:
“Bu mu sizin ilahlarınızı diline
dolayan adam!” diye alay etmekten başka bir
şey yapmazlar.
Ama bütün
kâinatı yaratan Rahman’a gelince Onun anılmasını
reddediyorlar.
(Böylece,
asıl kendilerinin alay edilmeye müstahak olduklarını
düşünmüyorlar!) [25,41-42]
Müşrikler
kendi âciz, cansız putlarına toz kondurmak
istemezken, bütün kâinatı bunca hikmet, sanat,
kudret ve rahmetiyle yaratıp varlıkta tutan
Rahmanın birliğinin anılmasına
tahammül edemiyorlar. Böylece asıl kendilerinin
ne kadar akıldan uzak, alay edilmeye müstehak
olduklarını düşünmüyorlar.
Bu
âyette, Allah’ın Rahman vasfı ile anılmasına
karşı Mekke müşriklerinin diretmesine işaret
edilmektedir. Az sonra gelecek 42. âyet de bu mânayı
teyid eder. Zira o âyet, Rahman sıfatını
zihinlere yerleştirme gayesine matuftur. (Anlam böyle
verilmezse diğer meallerde düşülen boşluğa
düşülür.)
37
– İnsan, yaratılışça
çok acelecidir. (Bunu pek iyi biliyorum. Onun için,
kendisini uyardığın azabın çarçabuk
gelmeyişini alay konusu ediyor.) Hele durun biraz,
Beni de aceleye getirmeyin, yakında âyetlerimi
size göstereceğim! [17,11]
38
– Ama yine de onlar:
“Gerçeği söylüyorsanız, gösterin artık
bu azabı, bu vaadin gerçekleşmesini daha ne
kadar bekleyeceğiz!” diye söyleniyorlar.
39
– Dini olduğu
gibi, bu azabı da böyle inkâr edenler,
onun
tepelerine ineceğini, o ateşin yüzlerini ve sırtlarını
yalamasını önleyemeyeceklerini,
kendilerine
yardım edecek hiç kimsenin bulunmayacağını
bir bilselerdi! [39,16;
7,41; 14,50; 13,34]
40
– Onların
beklentilerinin hilafına,
o ateş
öyle apansız gelecek ki, kendileri birden dona
kalacaklar.
Artık
ne onu geri çevirecek güçleri olacak, ne de
kendilerine süre verilecek!
41
– Senden önce de
nice peygamberlerle böyle alay edilmişti.
Ama alay
konusu yaptıkları o azap, alay edenleri her
taraftan sarıvermişti. [6,34;
3,195]
42
– De ki:
“Geceleyin veya gündüzün gelecek tehlikelere karşı
o Rahman’dan başka sizi kim koruyabilir?”
Ama bunu
bilip Kendisine yönelecekleri yerde, onlar Rab’lerini
anmaktan yüzçevirmekteler.
[19,45]
Bu
mâna üzerinde duran İbn Kesir, bu âyette min
edatının gayr
anlamına geldiğine delil getirir.
43
– Ne o, yoksa, akılları
sıra, onların Bizden başka kendilerini
savunacak tanrıları mı var? (Nerde?)
O tanrılaştırdıkları
nesneler kendi kendilerini bile koruyamazlar.
Öyleyse, o
müşrikleri Bize karşı hiç mi hiç
koruyamazlar. Onlar Bizim tarafımızdan zaten
bir destek görmezler.
44
– Kaldı ki Biz
onlara da, babalarına da nimet verdik, öyle ki
uzayan ömürlerinin tadını çıkarıp
avundular.
Ama görmüyorlar
mı ki Biz yere vaziyet edip onu bir taraftan yavaş
yavaş eksiltiyoruz. Durum böyle iken onlar nasıl
galip gelebilirler? [46,27;
13,41]
Bu
âyetin mânası, etraf kelimesine verilecek mânaya
göre değişir. Bu kelime ise birçok anlamda
kullanılır. Coğrafi veya küresel anlam
gibi, mecazî anlam da mümkündür. Şu halde: 1.Müslümanların
kuvvet kazanıp kâfirlerin topraklarını
elde edip fetihler yapmaları. 2. Yerin ileri gelen
insanları, alimleri veya en iyi insanları
gittikçe azalmaktadır. 3. Fenni yönden tefsir
eden bazı zatlar; yağmurların, sellerin,
rüzgarların etkisiyle dağların aşınmasını
veya kutup bölgelerinin basıklığını
düşünmektedirler.
45
– De ki: “Ben
Sizi sadece vahiyle uyarıyorum. Fakat belli ki sağırlar
ikaz edildikleri zaman bu çağrıyı
duyamazlar.”
46
– Eğer onlara
Rabbinin azabından bir esinti bile dokunsa:
“Eyvah, yazıklar olsun bize, biz gerçekten
kendimizi bu azaba müstahak etmekle kendimize zulmetmişiz!”
derler.
Bu
âyet Kur’ân’ın icazına, pek veciz ve özlü
beyanına açık örneklerden birini teşkil
eder: Bu cümleden esas maksat, pek az bir azap ile
fazlaca korkutmaktır. Onun için cümlenin her
kelimesi o maksadı pekiştirir. Şöyle ki
1. in: Şart edatı, azabın azlığına ve önemsizliğine
işarettir. 2. Nefha
hem bir defaya ait sigası, hem de tenvîni
ile azabın önemsizliğini ima eder. 3. Mess
hafif dokunma demektir. 4. kısmilik bildiren min
edatı. 5. Nekâl ve ikab gibi kelimeler yerine azab
kelimesi. 6. Allah’ın Rab isminin ifade ettiği
şefkat, hudutsuz şefkatin izin verdiği
bir azap. Nisbeten hafif bir azab sayılır.
47
– Biz kıyamet
gününe mahsus, öyle doğru ve hassas teraziler
koyacağız ki hiçbir kimseye zerre kadar haksızlık
edilmez. Hardal tanesi ağırlığınca
da olsa, yapılan iyi veya kötü işi oraya
getirip tartarız. Hesap görücü olarak Biz fazlasıyla
yeteriz. [18,49; 4,40;
31,16]
48
– Biz, Mûsâ ile
Harun’a, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar
için bir ışık ve öğüt olan
Furkan’ı (hakkı batıldan ayıran
kitabı) verdik.
Furkan: hakkı batıldan, doğruyu eğriden, hayrı
şerden ayıran, buna dair ölçüler getiren
şey demektir. Kur’ân’ın bu sıfatı,
ikinci bir özel ismi olarak kullanılmıştır.
[2,53; 3,4; 25,1]
Bu
âyetten 91. âyete kadar, bazen kısa, nadiren
uzunca, peygamber kıssaları yer alır.
Bunlarda şunların vurgulandığı
intibaını ediniriz: 1. Peygamberlik insanlığın
başından beri vardır, Hz. Muhammed (a.s.)
ilk defa bu iddiada olan biri değildir. 2. Önceki
nebîlerin risaleti Hz. Muhammedinkinden farklı
olmayıp, bilakis aynı inançları öğretmişlerdi.
3. Peygamberler çeşitli tepkiler ve işkencelerle
karşılaşmışlar, ama sonunda
Allah’ın özel inayetine nail olmuşlar, dâvaları
galip gelmiştir. 4. Peygamberler Allah’ın seçkin
kulları olmakla beraber beşerdirler. Beşerin
çektiği sıkıntı ve âcizliklere mâruzdurlar.
Bu hususlarda insanüstü değillerdir.
49
– O müttakiler, görmedikleri
halde Rab’lerini gıyabında tazim eder ve hem
de kıyametten, o duruşma saatinden korkup
titrerler. [50,33; 67,12]
50
– İşte bu
da sana indirdiğimiz kutlu bir mesajdır. Hal böyle
iken siz onu inkâr mı edeceksiniz?
51
– Biz Mûsâ’dan
önce de İbrâhim’e hidâyet ve akl-ı selim
verdik. Biz onun halini pek iyi biliyorduk.
[6,83; 2,124-141; 11,51-60; 16,120-123]
Hz.
İbrahim’e verilen rüşd,
ya nübüvvetten önceki hidâyet ve güzel hal yahut nübüvvet
olabilir.
52
– O vakit babasına
ve halkına: “Nedir bu karşısında
durup taptığınız heykeller?” dedi.
Bu
sûrede en ayrıntılı kıssa Hz.
İbrâhim’in (a.s.) kıssasıdır.
Zira İbrâhim’in şirki perişan
etmesinin, Mekke müşrikleri üzerinde tasavvur
edebileceğimizin çok ötesinde bir etkisi vardı.
Zira, onu öğündükleri cedleri biliyor, onun
kurduğu Kâbeyi en kıymetli varlıkları
sayıyor, ona bağlı olmanın maddî
manevî nimetlerinden yararlanıyorlardı.
Kur’ân’ın Hz. İbrâhim’in putları
kırdığını anlatması onları
canevlerinden vuruyordu.
53
– “Biz, dediler,
atalarımızı bunlara tapar bulduk, biz de
onların yaptıklarını yapıyoruz.”
54
– “Yemin ederim
ki, dedi, siz de atalarınız da besbelli bir
sapıklık içindesiniz.”
55
– Onlar: “Sen
ciddi misin, yoksa şakacı insanların yaptığı
gibi bizimle eğleniyor musun?” dediler.
56
– “Yoo! Şaka
ne demek! dedi İbrâhim. Doğrusu sizin
Rabbiniz, ancak gökleri ve yeri yarattığı
gibi bütün onların da Rabbi olan Zattır. Ben
de bu gerçeğe şahitlik edenlerdenim.”
57
– Ve içinden:
“Allah’a yemin ederim ki, siz dönüp gittikten
sonra mutlaka bu putlarınızın başına
bir çorap öreceğim!” diye ekledi.
58
– Onların bütün
putlarını paramparça etti, yalnız, halk,
belki de olup biten olay hakkında kendisine
sorarlar düşüncesiyle, onların büyüklerine
dokunmadı.
leallehum ileyhi yerciûn “Olup biten olay hakkında kendisine sorarlar diye” cümlesindeki
zamir hakkında üç ihtimal zikredilir: 1. Büyük
put. Maksat şudur: Müşrikler ona başvursun,
bilgi ve çözüm arasınlar. O da âciz olunca,
putların bir hiç olduğunu anlasınlar. 2.
İbrâhimi sorumlu tutup ona sorsunlar, o da
delillerini onlara anlatsın. 3. Putların boşluğunu
anlayıp Rabbü’l-âlemin’e dönsünler.
59
– Dönüp de
olanları görünce dediler ki: “Kim acaba tanrılarımıza
bunu reva gören? Her kimse o, muhakkak ki zalimin teki!”
60
– İçlerinden
bazıları: “Sahi! İbrâhim adındaki
bir delikanlının onları diline doladığını
işitmiştik!”
61
– “Haydin,
dediler, getirin onu halkın huzuruna ki çekeceği
cezaya onlar da şahit olsunlar.”
62
– “Söyle bakalım
İbrâhim! dediler, sen mi yaptın tanrılarımıza
karşı bu işi?”
63
– “Belki de, dedi,
şu büyükleri yapmıştır. Sorun
bakalım onlara, eğer konuşurlarsa!”
64
– Bunun üzerine
vicdanlarına dönüp içlerinden: “Asıl
zalim İbrâhim değil, bu âciz putlara ibadet
edip bel bağlayan sizler, biz müşriklermişiz!”
dediler.
Şöyle
açıklayanlar da vardır: “Putlarınızı
yalnız ve savunmasız bıraktığınız
için asıl siz zalimsiniz” diyerek birbirlerini
suçladılar.
65
– Fakat bunu dışa
vurmayıp sonra yine önceki görüşlerine dönüp
İbrâhime: “Bunların konuşmadık-larını
sen de pek iyi bilirsin!” dediler.
66-67
– “O halde, dedi,
Allah’tan başka, size ne fayda ne de zarar
veremeyecek şeylere mi tapıyorsunuz! Yuh size
de Allah’tan başka o taptıklarınıza
da! Hala aklınızı kullanmayacak mısınız?”
68
– “Eğer
yapacağınız bir şey varsa, dediler,
o da bunu yakmaktır. Böyle yapın da tanrılarınıza
sahip çıkın!”
[29,24]
69
– Ateşe ferman
ettik Biz: “Dokunma İbrâhime! Serin ve selamet
ol ona!”
Allah’ın
pek iyi bilinen normal kanunları, bu kabil ender mûcizelerden
daha az harika değildir. Kur’ân Allah’ın
kanunlarında değişiklik olmayacağını
bildirir. (35,43). Demek ki 36, 82 gibi bir anda
yaratmayı bildiren âyetler, kâinatın altı
günde (41,9-12) yaratıldığını
bildiren âyetlere zıt değildir.
İnsanlar
bu gün, hiç yakmayan soğuk alev yapmayı
bilmektedirler.
70
– Hülasa onu tuzağa
düşürmek istediler ama, Biz asıl onları
hüsrana uğrattık. Asıl tuzağa düşenler
kendileri oldular.
71
– Onu Lût ile
beraber kurtarıp, bütün insanlar için kutlu ve
feyizli kıldığımız diyara ulaştırdık.
Bu
bereketli ülke Şam (Filistin) diyarıdır.
Birçok peygamber orada yetişmiş ve dini
oradan yaymışlardır. Şam’ın
manevî bereketinin yanında, oradaki nimetlerin ve
ürünlerin bolluğu da kasdedilmiş alabilir.
Hz.
İbrâhimin kıssası Tevrat, Tekvin, 11. ve
12. bölümlerinde anlatılır. Fakat oradaki
ayrıntılara rağmen Kur’ân, bazı
önemli hususlarda çok farklıdır. Mesela;
1.Tekvin’de hicretten önceki tebliği, ateşe
atılması vs. yer almaz. 2. Hicreti, geçim
derdi gibi bir sebeple çıkması tarzında
anlatılır. 3. Babasının kendisine
baskısı bildirilmez, hatta hicrette yanında
onu götürdüğü bildirilir. Bunlar, birçok
oryantalistin peşin hükümle yaptıkları
iftiraları çürütüyor, Kur’ân’ın o
kitaplardan nakletmeyip, bilakis onların üzerinde,
hakem olduğunu ispatlıyor.
72
– Ona ayrıca
İshakı, üstelik bir de Yâkubu ihsan ettik.
Hepsini de erdemli insanlar kıldık.
73
– Onları
buyruklarımızla insanlara doğru yolu gösteren
önderler yaptık.
Kendilerine
hayırlı işler işlemeyi, namaz kılmayı,
zekât vermeyi vahyettik. Onlar yalnız Bize ibadet
ederlerdi.
74-75
– Lût’a da hüküm
ve ilim verdik ve onu iğrenç işler yapan
şehir halkından kurtardık ki gerçekten
onlar kötü ve itaat dışına çıkmış
fâsık bir güruh idiler. Kendisini de şefkat
ve himayemize aldık. O gerçekten erdemli
kimselerdendi. [29,26;
11,69; 15,57-76]
Hüküm: Peygamberlik veya dâvalı tarafları arasında hâkimlik
anlamınadır. Lut (a.s.), Hz. İbrâhim (a.s.)’a
iman ve onunla beraber hicret etmişti [29,26].
Sonra Allah Teâla ona da nübüvvet verdi. Onu da Sedum
şehrine gönderdi.
76
– Nuh’u da önderlerden
kıldık. O İbrâhim ve Lut’dan çok önce,
Bize yakarmıştı.
Biz de duasını
kabul buyurup onu, yakınlarını, evlatlarını
ve halkından iman edenleri büyük bir beladan
kurtardık. [54,10;
71,26-27]
77
– Âyetlerimizi
yalan sayan halka karşı da ona destek olup
onlardaki haklarını aldık. Gerçekten
onlar kötü bir toplum idi. Bu yüzden Biz de onların
hepsini suda boğduk. [11,40]
78
– Davud ile Süleymanı
da... Hani bir defasında onlar bir ekin konusunda hüküm
veriyorlardı. Şöyle ki: Geceleyin bir grup
insanın koyun sürüsü ekin tarlasına yayılmış,
zarar vermişti. Biz de onların bu hükümlerine
tanık oluyorduk.
Davud
(a.s.) davarın kıymeti, zararın miktarına
eşit olduğu için, onun tazminat olarak tarla
sahibine verilmesine hükmetmiş, oğlu Süleyman
(a.s.) ise, tarlanın davar sahibine verilip eski
haline gelinceye kadar ona bakmasını, davarın
da tarla sahibine teslim edilip o vakte kadar sütünden,
yavrularından, tüylerinden faydalanmasını
taraflar için daha uygun bulmuştu. Babası da
onun bu içtihadını beğenmişti.
79
– Biz çözümü
ihtiva eden hükmü Süleyman’a bildirdik. Bununla
beraber, her birine bir hüküm ve bir ilim verdik.
Dağları
ve kuşları Davud’un emrine verdik. Onunla
beraber takdis ve ibadet ederlerdi. Biz dilediğimiz
her şeyi yapma kudretine sahibiz. [34,10;
38,18-19] {KM, Mezmurlar 148,7-10}
80
– Bir de sizi savaşınızın
şiddetinden koruması için ona, zırh
yapma sanatını öğrettik.
Peki bütün
bunlar için şükrediyor musunuz? [34,9-11]
Davud
(a.s.) dan önce de zırh vardı, fakat plak
halinde idi. Zırhı, kumaş gibi dokuyup
zincirle tutturma işini o başlattı.
Rivayete göre o Cenab-ı Allah’tan elinin emeği
ile bir geçim vesilesi dileyince O da kendisine zırh
yapmayı ilham etmişti.
81
– Süleymana da
şiddetli rüzgârı âmade kıldık. Rüzgâr,
onun emriyle kutlu beldeye doğru eserdi. Çünkü
herşeyin gerçek mahiyetini Biz biliriz. [38,36;
34,12]
82
– Kendisi için
dalgıçlık yapan ve daha başka birtakım
işler yapan bazı cinleri (şeytanları)
da onun emrine verdik. Biz onları gözetim altında
tutardık. [38,37-38]
83-84
– Eyyûbu da an.
Hani o: “Ya Rabbî, bu dert bana iyice dokundu. Sen
merhametlilerin en merhametli olanısın” diye
niyaz etmiş, Biz de onun duasını kabul
buyurup katımızdan bir lütuf ve ibadet
edenlere bir ders olmak üzere, hastalığını
iyileştirmiş, kendisine aile ve dostlarını
bir misliyle beraber vermiştik.
{KM, Eyub 42,10.13}
Müfessirler
derler ki: Hz. Eyyub (a.s.) Rûm diyarında
Peygamber idi. Serveti ve hanedanı, evladu iyali
geniş idi. Allah onun mallarını giderdi,
sabretti. Çoluk çocuğunu aldı, sabretti.
Sonra bedenine hastalıklar ârız oldu,
sabretti. Fakat halk: “Onun başına bunca
derdin gelmesi boşuna değil, büyük bir günahı
olmalı!” deyince, şifa niyazında
bulundu. Allah da şifa lütfetti. Tevrat da
“Eyyubun Kitabı”nda onun felsefi çizgiler taşıyan
destanî hikâyesini ayrıntılı olarak
anlatır. Onun Yahudi veya Rum olmayıp Kuzey
Arabistanda yaşayan Arap kökenli Nabat halkından
olduğu da söylenmiştir.
85
– İsmâili,
İdrisi, Zülküfli de an. Onların hepsi sabır
fazileti ile bezenmişlerdi.
Zülküfl
(a.s.) ın nerede yaşadığı hakkında
kesinlik yoktur. Tefsirlerdeki çeşitli ihtimaller
içinde nisbeten kuvvetlisi onu, Hızkil ile aynı
sayan görüştür. Bu zat Habur nehri civarında
tebliğde bulunmuştur.
Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde makamı
bulunmakta ve asırlardan beri kökleşmiş
kuvvetli bir gelenekle onun burada yaşadığına
inanılmaktadır. Ülkemizin özellikle Güneydoğu
Anadolu bölgesinde son derece yaygın olan Zülküf
adı bundan ileri gelmektedir.
86
– Bundan ötürü
onları rahmetimize aldık. Gerçekten onlar
salih ve erdemli kişilerdi.
87
– Zünnûn’u da
an. Hani o halkına kızmış, onlardan
ayrılmış, Bizim kendisini sıkıştırmayacağımızı
sanmıştı. Sonra karanlıklar içinde
şöyle yakarmıştı: “Ya Rabbî!
Sensin İlah, Senden başka yoktur ilah. Sübhansın,
bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin. Doğrusu
kendime zulmettim, yazık ettim. Affını
bekliyorum Rabbim!”
“Balığın
yoldaşı” mânasına gelen Zünnûn,
Yunus (a.s.) olarak tefsir edilir. Bu zat Tevrattaki
Jonas olmalıdır. Jonas kitabı ona tahsis
edilmiştir. Hz. Yunus halkını uzun zaman
dine dâvet ettiği halde onlar kabul etmemiş,
kendilerini tehdit ettiği azap da gecikmişti.
Muhtemelen tövbe etmeleri sebebiyle azap geciktirilmişti,
fakat o bunu bilmiyordu. Daha tutarlı bir izah
şöyledir: Yunus (a.s.) azabın vaadesi geldi,
diye başka bir yere sığınmak istedi.
Bunda mahzur yoktu, fakat Allah’tan izin gelmeden
yerinden ayrılması, onun için en güzel tutum
değildi.
Böyle
bir halet-i ruhiye ile şehirden ayrılıp
gemiye bindi. Fırtına gemiyi tehlikeye sokunca,
kendi hatasının buna sebep olduğunu söyledi.
Gemiciler onu denize attılar. Onu yutan balık
üç gün sonra sahile bıraktı. Şehre
gelip tebliğe devam etti. Belirlenen sürenin
dolmasından hemen önce şehir halkı dönüş
yapıp iman ettiler. Bu kıssada ana fikir, tövbenin
af sebebi olduğunu bildirmektir. Tevrata göre
şehir Ninova’dır. Yunus Kudüs tarafında
idi. Kıral Hezekiel onun Ninova’ya gitmesini
istemiş, o da gitmeyip gemiye binmişti. Çıkınca
Ninova’ya gitti. İkinci ihtimal: Yunus
Ninova’da iken oradan ayrılıp denize açılmıştı.
Doğruyu Allah bilir.
88
– Onun da duasını
kabul buyurduk ve o sıkıntıdan kurtardık.
İşte Biz müminleri böyle kurtarırız.
89
– Zekeriyyayı
da an. Hani o: “Ya Rabbî, beni evlatsız, tek başıma
bırakma ki bana vâris olsun. Bununla beraber iyi
biliyorum ki, herkes fanidir herkesten sonra baki kalan,
bütün vârislerin en iyisi olan Sensin Sen!”
90
– Onun da duasını
kabul buyurduk. Ona Yahyayı armağan ettik.
Bunun için de eşini çocuk doğurmaya elverişli
hale getirdik. Doğrusu onlar hayırlı işlere
koşuşur, iyilikte yarışır, hem
ümit, hem endişe içinde Bize yakarırlardı.
Gerçekten Bize derin bir saygı gösterirlerdi.
91
– İffet ve
namusunu gerektiği gibi koruyan Meryemi de an.
Biz ona rûhumuzdan
üfledik,
hem onu,
hem oğlunu cümle alem için bir ibret yaptık.
[15,29; 32,9; 66,12; 16,66]
92
– İşte
sizin bu dininiz bir tek dindir. Rabbiniz de Ben’im.
Öyle ise yalnız Bana ibadet edin. [23,51-52;
5,48]
93
– Ama insanlar
aralarındaki bu birliği param parça ettiler.
Fakat
sonunda yine Bize dönecekler.
Birliği
bozup paramparça olmalarından Cenab-ı Allah
razı olmadığından onlara hitab
etmekten vazgeçip üslûbu değiştiriyor.
94
– Bu durumda artık
kim mümin olarak makbul ve güzel işler yaparsa
onun gayretleri inkâr edilmez, yaptıkları
makbul olur.
Biz bütün
gayretlerini onun hesabına yazıp geçirmekteyiz.
[18,30]
95
– İmha ettiğimiz
bir memleket halkının, mahşerde
huzurumuza gelmemesi mümkün değildir.
Yok
edilmeye müstehak olan bir ülke halkının yaşaması,
veya dünyaya dönmesi veya yok olma noktasına
geldikten sonra pişmanlık duyarak tövbe edip
dönüş yapması mümkün değildir, mânaları
da verilmiştir.
Allah’ın
bir topluma, geçici bazı sapıklıklarından
dolayı değil, kötülüklerde ısrar ve
inad etmesi sebebiyle gazab ettiğini ifade eder.
96-97
– Nihayet Ye’cüc
ve Me’cücün sedleri açılıp her tepeden dünyaya
akın etmeye başladıkları,
doğru
vaadin vaktinin yaklaştığı sıra,
işte o
zaman, kâfirlerin gözleri birden donakalır.
“Eyvah,
bizlere, biz bundan tam bir gaflet içinde idik,
daha doğrusu
kendimize zulmettik!” diyecekler.
98
– “Hem siz, hem de
Allah’tan başka taptığınız
tanrılar,
hepiniz
cehennem odunusunuz,
siz hep
beraber cehenneme gireceksiniz.”
99
– Eğer onlar
gerçekten tanrı olsalardı oraya girmezlerdi.
Ama hepsi
orada ebedî olarak kalacaklardır. [66,6]
100
– Onlar orada inim
inim inleyecekler,
kendilerini sevindirecek hiçbir haber de işitmeyeceklerdir.
101
– Ama kendileri hakkında
Bizden ebedî mutluluk takdir edilmiş olanlar,
cehennemden
uzak tutulacaklardır.[11,106]
102
– Onlar cehennemin hışırtısını
bile işitmeyecek,
canlarının
çektiği nimetler içinde ebedî kalacaklardır.
[10,26; 55,60]
103
– O en büyük dehşet
(Sûra ikinci üfleyiş) dahi onları tasalandırmaz.
Melekler
onları: “İşte size vaad olunan gün bugündür!”
diye karşılarlar.
104
– Gün gelir, gök
sahifesini, tıpkı kâtibin yazdığı
kağıdı dürüp rulo yapması gibi düreriz.
Biz ilkin
yaratmaya nasıl başladıysak diriltmeyi de
Biz gerçekleştiririz.
Bu, üzerimize
aldığımız bir vaaddir. Bunu gerçekleştirecek
olan da Biziz.
Kur’ân’ın
nazil olduğu ortamda yazı rulo yapılan
bir kağıda yazılıyordu. Şimdiki
tarzda kitap (mushaf) burada söz konusu değildir.
Açılan rulo yazılıp işi bittikten
sonra kâtip tarafından anında rulo haline
getirilirdi.
105
– Şu kesindir
ki Biz Zikrden (Tevrattan) sonra Zeburda da: “Dünyaya
salih kullarım varis olacaklar. Dünya onlara
kalacak” diye yazmışızdır.
[4,163; 17,55; 39,67] {KM, Mezmurlar 37,29; Matta 5,4}
Cenab-ı
Allah, Sûre boyunca naklettiği peygamber kıssalarında
hükmeden ilahî bir kanuna dikkat çekerek,
sûreyi hitama
erdiriyor. Demek
genel insanlık
içinde
Kitap ehli, Kitaba bağlı olmayanlara galip
gelmiştir. Sonra yine Kitaba tâbi olan İsrailoğulları,
daha sonra Hz. Îsâ’ya bağlı olanlar, daha
sonra da müslümanlar öncülüğü almışlardır.
Liyakatlerini ispatladıkları müddetçe müslümanlar
yine üstün geleceklerdir. Zeburda olduğu gibi (Mezmurlar,
37, 29) Allah Kur’ân’da da bildiriyor ki dünyanın
varisliği, tevhide bağlı, şirkten ve
tefrikadan uzak olup en güzel ve sağlam işler
işleyen kullara aittir (Elmalılı M.Hamdi
Yazır).
106
– Bu Kur’ân’da
da elbette Allah’a ibadet eden kimseler için bir
mesaj vardır. [7,128;
40, 51; 24,55]
107
– İşte
bunun içindir ki ey Resulüm, Biz seni bütün insanlar
için sırf bir rahmet vesilesi olman için gönderdik.
Âlemler
yerine insanlar demekten maksadımız, birçok müfessir
gibi, mânayı insanlar üzerinde yoğunlaştırmaktır.
Zira Türkçede kullanışımızda âlem
denince insan o geniş mekanda, geri plana
itilmektedir.
Cenab-ı
Allah bütün âlemlere, özellikle akıl sahibi
varlıklara merhametinden dolayı Hz. Peygamber
(a.s.)ı göndermiştir. O öyle kapsamlı
bir rahmettir ki bütün akıl sahiplerine iyilik ve
kurtuluş yolunu göstermekte, gerek dünyada gerek
âhirette mutluluk vesilelerini öğretmektedir. Öyle
ki onun getirdiği bir çok prensibi, dinine
inanmayanlar bile benimseyip uygulamakta, dünyevi yönden
yararlanmaktadırlar.
108
– De ki: “Bana
yalnız ve yalnız şu gerçek vahyolunuyor
“Sizin ilahınız tek İlahtır. Hâla
mı O’na teslim olmayacaksınız?” [14,28-29;
41,44; 2,185]
109
– Yine de yüz çevirirlerse
de ki: “İşte sizin hepinizi de tam eşit
şekilde hakka çağırdım. Artık
tehdit olunduğunuz o kıyamet gününün yakın
mı uzak mı olduğunu bilemem.”
110
– Şüphesiz ki
Allah sözün açık olanını da, gizli
olanını da bilir. Hem sizin gizlediğiniz,
şeyleri de bilir.
111
– “Ne bileyim,
belki de bu mühlet sizin için bir imtihandır ve
hayattan biraz daha yararlandırma için yapılan
bir ertelemedir.”
112
– Resulullah
sonunda şöyle dedi: “Ya Rabbî, adaletle hükmünü
ver! Rabbimiz rahmandır, sizin bunca isnad ve iftiralarınıza karşı yegâne
müsteandır.”
Kâfirler
İslâm’ın köpük gibi sönüp gitmesini gözlüyorlardı.
Onların bu beklentilerine, bu isnadlarına karşı
Resulullah Efendimiz Cenab-ı Allah’ın yardımını
ümitle bekliyordu.
Muhtemel
ikinci mânaya göre kâfirler Kur’ân hakkında iftiralarda
bulunarak “şiir, büyü, efsane” diyorlardı.
Hz. Peygamber onların bu iftiralarına karşı
Kur’ân’ı galip kılması için Allah’a yöneliyordu.
İslâm aleyhinde, benzeri propagandalara mâruz kalan
müminlerin yapacakları niyaz bu olmalıdır.
Müsteân: “Kendisinden yardım istenilen” demektir.
|