KUR'AN-I KERİM İNDEKS
22 – HAC SÛRESİ
78
âyet olup ekseriyetin kanaatine göre, Medinede inmiştir.
Fakat nüzulünün Mekkede devam ettiğine katılmayan
yok gibidir. Mekkede başlayıp Medine’de indiğini
kabul edenler 19 - 24 kısmının Medine döneminde
nazil olduğunu kabul ederler.
Bir
önceki Enbiya sûresinin sonunda kıyametin dehşetine
değinilmiş ve müminlerin, kâfirlere musallat
edileceği ima edilmişti. Bu sûre ise önce kıyamet
hallerini bildirmekte sonunda ise müşriklerle savaşma
izni vermektedir. Hac sûresi, şu üç topluluğa
hitap etmektedir. 1.Mekkeli müşriklerin inançlarındaki
çelişkiler belirtilmiş, şirkte ısrar
etmeleri halinde feci bir akıbetin kendilerini
beklediği bildirilmiştir. 2.Tevhide inanmış,
fakat tehlikeye girmek istemeyen kararsız müminler
tenkid edilmiş, Allah rızasını ve
cenneti kazanmanın ucuz olmadığı
anlatılmıştır. 3. Müminlere cihad
izni verilmiş ve hakimiyet elde etmeleri halinde
haiz olmaları gereken vasıflar bildirilmiştir.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1
– Ey İnsanlar!
Rabbinize karşı gelmekten sakının.
Gerçekten kıyamet saatinin depremi müthiş
bir olaydır. [99,1-2;
69,14-15; 56,4,6; 33,11]
2
– Onu göreceğiniz
gün... Çocuğunu emziren anne, dehşetten çocuğunu
unutup terkeder. Hâmile olan her kadın çocuğunu
düşürür. İnsanları sarhoş olmuş
görürsün, halbuki gerçekte onlar sarhoş değildirler.
Fakat Allah’ın azabı pek çetindir.
3
– Öyle insanlar
vardır ki, hiç bir bilgiye dayanmaksızın
Allah hakkında tartışıp durur, her
azgın ve hayasız şeytanın peşine
takılır.
Hak
din dışındaki inanç grupları
Allah’ın dini hakkında çeşitli
iddialar ileri sürerler. “Melekler Allah’ın kızlarıdır”,
“Kur’ân geçmiş insanların düzmesidir”,
“Çürümüş toz toprak olmuş insanlar
diriltilemez” gibi. Hülasa âyet din konusunda, heva
ve hevesine uyarak cahilce tartışma yapan
herkesi kapsar.
Kendisine
tâbi olanları din dışına çıkmaya
çağıran insan şeytanları, kâfir
reisler yahut İblis ve askerleri kasdedilmiş
olabilir.
4
– O şeytan ki
alnında âdeta şöyle yazılmış.
“Bu, kendisini dost edineni yoldan çıkarır
ve doğru alevli ateşe sürükler”
5
– Ey insanlar! Eğer
siz öldükten sonra dirilmekten şüphe ediyorsanız,
bilin ki: Biz sizi ilkin topraktan, sonra bir nutfeden,
sonra bir yapışkan hücreden, sonra esas
unsurlarıyla hilkati tamamlanmış, ama bütün
azalarıyla henüz tamamlanmamış bir çiğnem
et görünümünde bir ceninden yarattık ki,
kudretimizi size açıkça gösterelim. Dilediğimizi
belli bir süreye kadar ana rahminde durdururuz. Sonra
da sizi bir bebek olarak dünyaya çıkarırız.
Sonra güç kuvvet kazanıncaya kadar sizi büyütürüz.
İçinizden kimi henüz çocukken öldürülür,
kimi de yaşamın en düşkün biçimine götürülür.
Öyle ki daha önce bildiği şeyleri bilmez
hale gelir.
Yeri de
kupkuru görürsün, ama oraya Biz su indirince çok geçmeden
kıpırdanır, kabarır da gözü gönlü
açan her güzel çiftten nice nebat bitirir. (16,70;
23,13.14; 30,54; )
İnsanların
aslı, atası olan Hz. Adem topraktan yaratıldığı
için “sizi topraktan yarattık” buyuruldu. Ayrıca
her insanın bedeninin toprakta bulunan
elementlerden teşkil edildiği de kasdedilmiş
olabilir.
Bu
âyet insanın ana karnında şu safhalardan
geçtiğini bildirmektedir. 1. Sperma (nutfe)
2. Alaka: Asılıp tutunan, sülük gibi bir
yere yapışan şey demek olup aşılanmış
yumurtanın rahim cidarına tutunmasını
ifade eder. 3. Muhallaka
ve gayr-i muhallaka: Mütenasip olan hem de mütenasip
olmayan bir çiğnem etten, yani uzuvları zaman
içinde oluşan canlı, yani embriyo safhası.
[23,14] âyeti bunlara ilaveten son olarak iskelet ve
iskelete et giydirme, sonra da bir başka yaratılış
verme safhalarını da ilave eder. Bu anlatım
karşısında, son yüzyılda yaşayan
bilim adamları hayret ve hayranlık duymuşlardır.
Zira daha 18. ve 19. asırda bile Avrupada eski hürafeler,
bilim çevrelerini bile etkiliyordu. Oysa Kur’ân’ın
bu anlatımını, ilerleyen Anatomi ilmi günümüzde
kesin olarak tesbit etmiştir (M. Bucaille, Kur’ân
ve Bilim, s. 300 - 304; Prof. Dr. Keith Moore, The
Developing Human, (With İslamic Additions)
Toronto, London, Tokyo, Philadelphiaets. 1983. Bu kitap,
tamamen bu konu ile ilgilidir).
6
– Bütün bunlar böyle
cereyan etmektedir.
Çünkü
Allah hakkın, gerçeğin ta kendisidir
ve çünkü
ölüleri dirilten de O’dur. Her şeye hakkıyla
kadir olan da O’dur. [41,39; 36,82]
el-Hakk: Allah’ın güzel isimlerinden olup mânası: “Varlığı
ve ilahlığı kesin olan, hakkı ve gerçeği
izhar eden, son derece âdil, vaadinde doğru olan”
demektir. İlah kavramı felsefi bir tasavvur
olmayıp kudreti, iradesi, hikmeti ile her şeyi
yöneten bir Fail-i muhtardır el-Hak ismi bu mânayı
ifade eder.
7
– Ve şunu da
bilin ki o kıyamet saati kesinlikle gelecek ve
Allah kabirlerde olanları diriltecektir. [36,78-80;
51]
8
– Hal böyleyken öyle
insanlar vardır ki hiç bir bilgiye, hiç bir
delile ve hiç bir aydınlatıcı kitaba
dayanmaksızın Allah hakkında tartışır
durur. [38-39; 4,61; 63,5;
31,20]
9
– Allah yolundan
saptırmak için kibirle kabararak tartışmasını
sürdürür.
Onun hakkı
dünyada bir rüsvaylık olduğu gibi, kıyamet
günü de ona can yakıcı azap tattıracağız.
Bu
âyetlerde, ilmin başlıca üç vesilesi önem
kazanır: 1. Vahiy (aydınlatıcı bir
kitap) 2. İlim, yani direkt olarak gözlem ve deney
sonucu kazanılan bilgi. 3. Gerçeği bildiren
rehber.
10
– O vakit kendisine:
“İşte bu, dünyada işlediklerinin cezasıdır.
Yoksa Allah kullarına en ufak bir haksızlık
bile yapmaz” denilir.
[44,47-50]
11
– Öyle insanlar
vardır ki Allah’a, sırf bir hesaba binaen,
imanla küfrün
arasında bir yerde ibadet eder. Şayet umduğu
faydayı elde ederse onunla huzur bulup sevinir, eğer
bir sıkıntı ve imtihana mâruz kalırsa
yüzüstü dönüverir.
Dünyayı
da âhireti de kaybeder. İşte besbelli olan hüsran
budur.
Bu
âyet dine tam bir güvenle değil de, kuşkulu
ve menfaatine bağlı olarak pamuk ipliği
ile bağlananları temsilî olarak anlatır.
Bunlar ordunun bir kıyısında durur
gibidirler. Ganimet elde edilirse işin içine
dalarlar, tehlike belirir belirmez kaçarlar.
12
– Allah’tan başka,
kendisine ne zarar ne de yarar sağlamayacak şeylere
yalvarır. İşte besbelli sapıklık
budur.
13
– Hatta bazan da
kendisine zararı yararından çok olacak
kimselere yalvarıp yakarır.
Ne kötü
bir efendi, ne fena bir yandaştır o!
14
– Gerçek şu
ki: Allah iman edip makbul ve güzel işler işleyenleri,
zemininden ırmaklar akan cennetine yerleştirecektir.
Elbette Allah dilediğini yapar.
15
– Kim Allah’ın,
Resulünü dünyada ve âhirette desteklemeyeceğini
zannederse, haydi öfkesinden bir ip alıp tavandan
uzatsın, boğazından geçirsin. Sonra
nefesini kessin de bir baksın, bulduğu bu
tedbiri, bu çırpınışları öfke
duyduğu şeyi, Allah’ın Resulüne yardımını
engelleyecek mi?
Dine
karşı olan, Hz. Peygamberin dininin yücelmesini
bir türlü çekemez, kıskanır. Oysa Allah’ın
Peygamberine yardımı o derece kesindir ki, o düşmanın
yapacağı tek şey, kahrından kendini
boğmaktır. Kendini asmakla beraber, âhiretten
bakabilirse baksın bakalım: Din galip gelmesin
diye başvurduğu bu çare, Allah’ın
dinine yardımına sanki mani olacak mı
olmayacak mı?
16
– İşte
Biz Kur’ân’ı, böyle açık âyetler
halinde indirdik. Gerçek şu ki Allah, dilediği
kimseyi doğru yola iletir.
17
– (Kâmil ve makbul
şekliyle) iman edenler, Yahudiler, Sâbiîler, Hıristiyanlar,
Mecûsiler ve Müşrikler... Allah kıyamet günkü
büyük duruşmada onlar arasındaki kesin hükmünü
verecektir. Çünkü Allah her şeye hakkıyla
şahittir. [2,62; 5,69]
Bu
âyette altı din sayılmış olup yalnız
birincisine iman vasfı verilmiştir. Ötekilerinde
de şirk bulaşığı olmakla
birlikte yalnız altıncı grubun müşrik
olarak nitelendirilmesi, sırf şirk inancı
olup tevhidin tam karşısında olması
sebebiyledir. Hıristiyanlar, Mecûsiler, Sâbiîler
Allah’tan başka varlıklara da tanrısal
nitelikler yakıştırsalar da bu varlıkları
esasta tek Tanrının tecessümü gördüklerinden
kendilerinin Tek Tanrıya ibadet ettiklerini düşünmektedirler.
Kur’ân,
Yahudilerden şirke düşen bir gruptan bahseder.
Bu hepsini kapsamasa da, tek tanrıcılığa
bağlı olmakla birlikte dini kendi ırklarına
tahsis etmeleri, âhiret inancını reddetmeleri
gibi sebeplerle Hz. Mûsâ’nın dininden uzaklaşmış
olmaları sebebiyle hak din dışında
sayılmışlardır. Sâbiîler:
merkezleri Harran’da olup Kuzey Irakta yerleşmiş,
kendilerinin Hz. Yahya (a.s.)’a mensup olduklarını
söyleyen cemaat yahut Şit ve İdris (a.s.)’a
mensup olduklarını söyleyip “unsurlar
gezegenler, gezegenler de melekler tarafından yönetilir”
deyip yıldızlara ibadet eden topluluktur.
Mecusîler ise biri hayır, diğeri şer
tanrısı olarak iki ilaha inanırlar. Aslında
Yezdan tek İlah olup, Ehriman dünyadaki zahiri
şerlerin izahı için geliştirilmiş görünüyor.
18
– Bilmez misin ki göklerde
ve yerde bulunan kimseler,
hatta güneş,
ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar bütün
canlılar
ve insanların
da bir çoğu Allah’ın yüceliğine secde
ediyorlar.
İnsanların
çoğu hakkında ise azap hükmü kesinleşmiştir.
Allah’ın zelil kıldığını
aziz edecek kuvvet yoktur. Şüphesiz ki Allah ne
dilerse yapar. [16,48;
17,44; 41,38]
Rü’yet
burada bilmek anlamındadır. Mâlumun son
derece zahir olduğunu belirtmek için “görmek”
tabiri kullanılmıştır.
Âyetin
esas maksadı, bütün kâinatın Allah’a
inkiyad secdesi halinde olduğunu, yani O’na tam
boyun eğdiklerini bildirmektir. O’nun hükümranlığı,
isteseler de istemeseler de insanları da
kapsamaktadır. Zira inanmayan insanlar da O’nun
koyduğu hayat kanunlarına tam boyun eğmektedirler.
Âyetin baş tarafında “yerde bulunan
kimseler” in secdelerinden maksat, ihtiyarî olmayan
bir itaat secdesidir.” İnsanların çoğunun
secdesi” nden maksat ise, müminlerin yaptıkları
ihtiyarî ibadet olup mükâfatı gerektiren de bu
tarzda olan itaattir.
19-21
– Şu iki hasım
takım, Rab’leri hakkında çekişip
durmaktalar.
Dini inkâr
edenlere ateşten elbiseler biçilmiştir. Başlarının
üstünden kaynar sular dökülür.
Öyle ki
onunla içlerinde olan her şey, bütün organları,
hatta derileri bile eritilir. Bir de bunlara demirden
topuzlar vardır.
22
– Bunalmaları
sebebiyle, her ne vakit cehennemden çıkmak
isterlerse, gerisin geriye oraya itilirler ve
kendilerine:
“Çıkmak
yok! İster istemez, bu yakıcı azabı
sonuna kadar tadacaksınız!” denir.
23
– İman edip
makbul ve güzel işler yapanları ise Allah, içinden
ırmaklar akan cennetlere yerleştirecektir.
Orada altın
bilezikler ve incilerle bezenirler. Orada giyim kuşamları
da ipekten olacak.
Kırallar
ve zenginler altın ve kıymetli taşlardan
yapılmış zinetler takınırlardı.
Bu âyet, bu tasvirle, cennetliklere verilecek büyük
ödülü, insanlara anlatma gayesine yöneliktir.
24
– Çünkü onlara sözlerin
en güzelini söylemek nasib edilmiş, bütün güzel
övgülere lâyık olan Allah’ın yoluna hidâyet
edilmişlerdir. [14,23;
13,23-24]
“En
güzel söz” kelime-i şehadettir. Yahut: “Hamd,
bize yaptığı vaadi gerçekleştiren
Allah’a mahsustur” sözüdür.
25
– Kendileri dini
inkâr edenler, üstelik insanları Allahın
yolundan ve gerek şehirli, gerek taşralı
bütün insanlara müsavi olmak üzere kıble ve
ibadet yeri yaptığımız Mescid-i
Haramdan engelleyip uzaklaştıranlar bilsinler
ki kim orada böyle zulüm ile haktan ve adaletten
sapmak isterse ona can yakıcı bir azap tattırırız.
[8,34]
Mekke’de
arazi ve ev satmanın hükmü, keza evleri, kiraya
vermenin hükmü, bu âyet vesilesi ile fakîhler arasında
farklı içtihadlara konu teşkîl etmiştir.
İmam Ebû Hanife gibi bazı imamlar, hac
mevsiminde kiralamayı mekruh saymışlardır.
Evinde yer olan Mekkelilerin, hacıları misafir
etmesi gerektiğini söylemişlerdir. Tafsilat için
tefsirlere ve fıkıh kitaplarına bakılabilir.
26-28
– Zira Biz vaktiyle
İbrâhim’e Beytullahın yerini belirlediğimiz
zaman: “Sakın Bana hiç bir şeyi ortak koşma
ve Ben’im Mâbedimi tavaf ederken, kıyamda, rükûda
veya secdede olarak ibadet edenler için tertemiz tut!”
Hem bütün insanları hacca dâvet et ki gerek yaya,
gerek uzak yollardan gelen yorgun argın develer üzerinde
sana gelsinler. Gelsinler de bunun kendilerine sağlayacağı
çeşitli faydaları görsünler ve Allah’ın
kendilerine rızk olarak verdiği kurbanlık
hayvanları, belirli günlerde Allah’ın adını
anarak kurban etsinler. Siz de onların etinden hem
kendiniz yeyin, hem de yoksula ve fakire yedirin. [3,96-97;
2,127; 2,198; 6,143] {KM, Levililer 1, 9.13.17}
Hac
veya umre niyetiyle mîkatlarla belirlenen Hareme yani
kutsal bölgeye ihramsız girilmesi haramdır.
Fakat Kâbeyi ziyaret gayesiyle gelmeyenler hakkında
farklı görüşler vardır. Ebû
Hanife’ye göre mîkat sınırları içinde
oturanlar Mekke’yi ihramsız ziyaret edebilir.
Fakat dışardan gelenler ihramsız
giremezler.
Kurban
kesilecek günler, eyyam-ı nahr denilen Zilhicce ayının
10, 11 ve 12. (kurban bayramının 1, 2 ve 3.) günleridir.
Haccın dünyevi faydaları: Hacıların
kendi şehirlerini temsilen, dünyanın diğer
yörelerinden gelen temsilcileri ile birlikte Rabbülalemin’e
yaptıkları küllî ibadet, orada yaşadıkları
küçük bir mahşer uygulaması, dünyadaki
servet, nüfuz, asalet vb. bütün ayrıcalıkların
silinip bütün insanların Allah huzurundaki eşitliklerinin
tescili ve dünya çapında çarpıcı bir
şekilde gösterilmesi, hacının kalbinde
ve şuurunda meydana gelen güzel duygular, ahlâkının
daha da güzelleşmesi yönünde aldığı
etkiler, dünyanın en ücra yerlerinden gelmiş
müminlerle yaptıkları temas ve görüşmeler
gibi faydalarıdır. Uhrevî faydalar Allah’ın
rızasına ve cennetine nail olmalarıdır.
Hac sırasında kesilen kurbanın etinden
yemek mendup, muhtaçlara vermek ise vaciptir. Ebû
Hanife’ye göre ise hem yemek hem vermek caiz, fakat
vacip değildir. Emir sîgası her zaman vücup
ifade etmez. “Fakiri doyurun” emri, zenginlere
verilmeyeceği mânasına gelmez. Zira ashab
kurban etini zengin, fakir komşu ve akrabalarına
da verirlerdi. Cahiliyede kişinin kendi kurbanından
yemesi yasaktı. Onun için kurban kesenin biraz
yemesi mendubtur.
29
– Bundan sonra saçlarını,
tırnaklarını kesip üst başlarındaki
kirleri gidersinler ve diğer hac görevlerini
yerine getirsinler, dünyanın bu en kıdemli mâbedini
bir kere daha tavaf etsinler.
Kâbe
hakkında atîk sıfatı: 1.Eski, kidemli,
2.Başkasının hâkimiyetinden uzak, 3.Şerefli
ve hürmet edilen, demektir.
30
– İşte
durum bundan ibaret. Artık kim Allah’ın hürmet
edilmesini emrettiği şeyleri tazim ederse bu,
Rabbinin nezdinde kendisi için sırf hayırdır.
Yenilmesi haram kılınanlar dışında,
bütün davarlar size helâl edilmiştir. O halde
Allah’ın yasakladığı her şeyden,
özellikle pis putlardan ve yalan sözden kaçının.
[7,33; 6,145; 16,115]
Hz. Peygamber (a.s.m): “Yalan yere şahitlik
etmek, Allah’a şirk koşmak gibidir”
buyurmuştur. Yalancı şahitler, fakîhlere
göre halkın önünde yargılanıp,
gerekirse cezalandırılırlar. Günümüzde
bu gaye, yalancı şahidi basın yolu ile
ilan etmek tarzında gerçekleştirilebilir.
31
– Allah’a ortak
tanımayan halis muvahhidlerden olun. Çünkü bilin
ki Allah’a şirk koşan kimse, gökten düşüveren
ve kuşların didik didik edip kapıştığı
birine yahut rüzgârın uzak ve ıssız bir
yere savurduğu kimseye benzer.
[6,71]
32
– Bu böyledir. Artık
kim Allah’ın şeairini tazim ederse, şüphe
yok ki bu, kalplerin takvâsındandır.
Allah’ın
şeairi, O’nun, kendisine ibadete vesile olmak üzere
haklarında saygı göstermeye, kulluk
vazifelerini onlar vesilesiyle yapmaya insanları dâvet
ettiği eserlerdir. Bunlara gösterilen saygı
da, onlar hakkında gösterilen kusur da, Allah’a
karşı yapılmış sayılır.
Onlar müminlerin varlıklarıyla öyle kaynaşmışlardır
ki kalplerini kesip parçalamadıkça kendilerinden
ayrılmazlar: Kur’ân, Kâbe, Peygamber, namaz,
ezan gibi.
33
– O kurbanlıklarda
belirli bir süreye kadar sizin çeşitli
menfaatleriniz vardır. Sonra varacakları yer,
o en kıdemli mâbedde son bulur. [5,2-97;
48,25]
34
– Biz her ümmete
kurban ibadeti koyduk ki
Allah’ın
kendilerine erzak olarak verdiği hayvanları
keserken Allah’ın adını ansınlar.
Şunu
unutmayın ki hepinizin ilahı bir tek İlahtır.
Öyleyse
yalnız O’na teslim olun. Sen ey Resulüm: O alçak
gönüllü, samimi ve ihlaslı olanları müjdele!
[21,25]
Bu
âyet kurban keserken besmele çekmenin vacib olduğuna
delildir. Kurban sadece hacılara değil, bütün
müslümanların ittifakiyle müslüman olan herkese
şamildir. Fark sadece bazı müçtehidlerin
vacip görmeyip, müekked sünnet saymalarındadır.
35
– Onlar ki; yanlarında
Allah anıldığında kalpleri saygı
ile ürperir. Başlarına gelen dertlere
sabrederler. Namazlarını hakkıyla ifa
eder, Allah’ın kendilerine nasib ettiği
nimetlerden, Onun rızasında harcayıp
dururlar.
36
– Biz kurbanlık
büyükbaş hayvanları da sizin hakkınızda
Allah’ın dininin şeâirinden kıldık.
Onlarda
sizin için hayır vardır.
Onlar boğazlanmak
üzere saf halinde dururken onları kestiğiniz
zaman Allah’ın adını anın.
Yanı
üstü yere yıkılınca da onlardan hem siz
yeyin, hem kanaat gösterip istemeyene, hem de isteyen
fakire yedirin. İşte böylece onları size
âmâde kıldık ki şükredesiniz. [5,2;
22,28; 36,71-73]
37
– Fakat unutmayın
ki ne onların etleri, ne de kanları asla
Allah’a ulaşacak değildir.
Lâkin Ona
ulaşan tek şey, kalblerinizde beslediğiniz
takvâdır, Allah saygısıdır.
O bu
hayvanları size âmâde kıldı ki, sizi doğru
yola eriştirdiği için O’nun yüceliğini
ilan edesiniz. Öyleyse güzel davrananları müjdele!
{KM, Levililer 1,9.13.17; Amos 5,22-24}
İbadetlerin,
hayır ve hasenatın kabulünün başta
gelen şartı ihlastır. Allah’ın rızasını
gözetmek gerekir. Zira bunların mükâfatını
vermek yalnız Allah’ın yetkisindedir. O
halde sadece Onu razı etmeye çalışmalıdır.
“İşlerin kıymeti ancak niyetlere göredir.
Herkesin niyet ve maksadı ne ise, eline geçecek
olan da odur.” hadis-i şerifi de bu gerçeği
beyan etmektedir.
Âyetteki
tasvir ise kanların ve etlerin Allah’a yükselmeyeceği
imajı ile, kurbanın gayesini küçük çocuklara
bile mükemmel tarzda anlatmaktadır.
38
– Muhakkak ki Allah
iman edenleri koruyup müdafaa eder. Çünkü Allah hain
ve nankör olan hiçbir kimseyi sevmez.
39
– Kendilerine savaş
açılan müminlere, savaşmaları için
izin verildi.
Çünkü
onlar zulme mâruz kaldılar.
Allah
onlara zafer vermeye elbette kadirdir. [39,36;
65,3; 9,14-16; 3,142; 47,31]
Cihada
ait emirler şöyle bir sıra dahilinde olmuştur:
Hz. Peygamber (a.s.) tebliğ görevini yürütürken
ilkin müşriklerden yüz çevirmesi emredildi
[15,94]. Sonra güzel mücadele, tatlı münakaşa
talimatı verildi [16,125]. Derken bu âyetle zulme
karşı savunma savaşına izin verildi.
Bundan sonra da düşmanların hücum ve
taarruzları şartına bağlı
olarak mukabele etme emri verildi.
Daha
sonra hürmetli aylar (eşhur-i hurum) geçmek
şartıyla cihad kabul edildi [9,5].
En
nihayet mutlak surette cihad farz kılındı.
(Reddu’l-Muhtar’dan.)
40
– O müminler ki
tamamen haksız yere, sırf “Rabbimiz
Allah’tır” dediklerinden ötürü yerlerinden
yurtlarından kovulmuşlardı.
Eğer
Allah insanların bir kısmının zararını
diğer bir kısmı ile savmasaydı mânastırlar,
kiliseler, havralar ve Allah’ın adının
çok anıldığı mescidler yıkılır
giderdi.
Dinine yardım
edene Allah da elbette yardım edecektir. Muhakkak
ki Allah pek kuvvetlidir, mutlak galiptir. [60,1;
85,15; 47,7-8; 37, 171-173; 58,21]
41
– Onlar öyle mükemmel
insanlardır ki şayet kendilerine dünyada
hakimiyet nasib edersek namazlarını hakkıyla
ifa eder, zekâtlarını verir,
iyi ve meşrû
olanı yayar, kötülüğü önlerler.
Bütün işlerin
âkıbeti elbette Allah’a aittir.
Bu
âyet, özellikle iktidarı ellerinde bulunduran müslümanların
yaşayışlarında intizam ve
istikametin gerekliliğini ifade etmektedir. Namaz
ve zekât görevlerinin hemen ardından iyiliği
yayma, kötülükleri önleme görevine yer verilmesi,
toplumun ahlâk ve nizamını koruyup geliştiren
yöneticilerin üstün değerlerini ifade etmektedir.
42-44
– Eğer onlar
seni yalancı sayıyorlarsa sen bil ki
onlardan önce
Nuh, Âd ve Semûd halkı da,
İbrâhim’in
halkı da, Lut’un halkı da, Medyen ahalisi de
resulleri yalanlamışlardı.
Mûsâ da
yalancı sayılmıştı. Ben de
şöyle yaptım: Her seferinde inkârcılara
mühlet verdim. Sonra da tuttuğum gibi işlerini
bitirdim.
Onların
inkârına mukabil nasıl olurmuş Benim inkârım,
cümle âlem görüp bildi!
Yalnız
Hz. Mûsâ (a.s.) hakkında meçhul (edilgen) fiil
kullanılması, yalancı sayanların
kendi milleti değil de, başkaları olduğu
içindir. Onu kıbtiler tekzip etmişlerdi.
“Benim inkârım, yani nimeti mihnete, hayatı
helâke, imar ve bayındırlığı
harabeye dönüştürmem nasıl olurmuş!”
anlamınadır.
45
– Halkı zulümde
artık onmaz derecede ileri gitmiş nice şehirleri
yok ettik!
Öyle ki
şimdi hepsinin yerinde yeller esiyor: Üstü altına
gelmiş binalar, körelmiş kuyular, kurumuş
çeşmeler, yerle bir olmuş muhteşem
saraylar... [11,102; 21,11]
46
– Peki bu inkârcılar
biraz olsun dünyayı gezip dolaşmazlar mı
ki,
hiç değilse
bu sayede düşünüp duygulanacak gönüllere,
gerçeğin
sesini işitecek kulaklara sahip olsunlar.
Ne var ki
onlarda kör olan, gözler değil, asıl kör
olan sinelerindeki gönüller!
Bu
âyet geçmiş nesilleri, tarihî, maziden kalan
harabeleri inceleyerek ibret almaya, basiretlerini işletip,
dünyadaki gerçek vazifelerini yapmaya, onların
hatalarını tekrar etmemeye teşvik
etmektedir.
47
– Onlar senden o
tehdit edildikleri azabı, çarçabuk getirmeni
isterler. Telaşa kapılmasınlar, Allah
vaadinden asla dönmez.
Bilin ki
Rabbinizin ölçüsüyle bir gün sizin hesabınıza
göre bin yıl gibidir.
[32,5] {KM, Mezmurlar 15,4; II Pier 3,8}
Azabı
çarçabuk isterler. Ama Allah dilediği vakit gönderir,
isterse geciksin. Zira Allah sabûrdur, halîmdir:
Cezalandırmada acele etmez. Nitekim bu tehdidini
ilk defa ancak Bedirde gerçekleştirmiştir. Âyet
ayrıca zamanın izafî olduğunu
bildirmektedir.
48
– Zulümde aşırı
giden nice memleket vardı ki Ben onlara önce mühlet
verip sonra da tuttuğum gibi işlerini bitirdim!
Herkesin dönüşü ancak Banadır.
49
– De ki: “Ey
insanlar! Benim görevim sırf bir uyarıcı
olmaktan ibarettir.
50
– İman edip
makbul ve güzel işler yapanlara bir mağfiret
ve çok değerli bir rızık vardır.
51
– Âyetlerimizi akılları
sıra etkisiz bırakmak için çabalayıp
duranlar ise, cehennemlik olanların ta kendileridir.
52
– Senden önce hiç
bir resul veya nebî göndermedik ki, halkının
hidâyetini umarak gayret gösterdiğinde,
Şeytan
onun temennisi hakkında bir vesvese vermek, ümidini
kırmak istemesin.
Ama Allah,
Şeytanın attığı o vesveseyi
giderir,
sonra da âyetlerini
sapasağlam, muhkem kılar.
Zira Allah
alîmdir, hakîmdir (herşeyi hakkıyla bilir,
tam hüküm ve hikmet sahibidir).
Âyette
geçen “temennâ”
fiilinin ilk ve meşhur anlamı “arzu ve
temenni etmek, ummak” dır. Bu kökten “ümniyye”
ise isim olarak temenni edilen şey mânasına
gelir. Âyette her iki kelime de bu mânalarda kullanılmışlardır.
Her peygamber gibi Hz. Peygamber (a.s.) da halkının
hidâyete tâbi olup dünya ve âhiret mutluluğuna
erişmelerini arzu ediyordu. Şeytan ise, Hz.
Peygamberi ümitsizliğe düşürmek için, ins
şeytanlarından dostlarına da onun önüne
engeller koymak için vesvese veriyordu.
Risaletin
başlangıcında müminler çok az ve işkenceye
mâruz olunca, şeytan diğer insanlara da
vesvese verip: “Bu din gerçek olsaydı, genel
kabule mazhar olurdu. Demek ki Allah da bundan razı
değil ki öbür taraf daha fazla” diye vesvese
veriyordu. Böylece herkes bir imtihanla karşı
karşıya kalıyordu.
Din,
zaten aslında bir imtihandır. Mücahede ve aklî
muhakeme ile batılı terkedip hakka sarılmakla
insan bir değer kazanır. Şeytanın bu
vesvesesine karşı, Allah, Resulünün ve müminlerin
sebatlarına mükâfat olarak onları teyid edip
Peygamberinin tebligatının gerçek olduğunu
izhar eder. Hz. Peygamber bile ilk anda vesveseye mâruz
kalsa da, “İsmet (Allah’ın risaletini
koruması)” vasfı ona karşı çıkıp
boşa çıkarır.
Âyetin
mânası bu iken, bazıları “temennâ”nın
ender kullanılan okuma mânasını almış,
Necm suresi ve Garanik uydurma kıssası ile,
nesh konusu ile irtibatlandırıp garip bir
senaryo ortaya çıkarmışlardır ki
Allah da, Resulü de Kur’ân da bundan münezzehtirler.
53
– Yine de Allah’ın
bu vesveseye fırsat vermesi, şeytanın attığı
vesveseyi kalplerinde bir hastalık, bir şüphe
olanlar ve kalpleri katılaşanlar hakkında
bir imtihan vesilesi yapmak içindir.
Gerçekten,
zalimler, pek derin bir muhalefet ve düşmanlık
içindedirler.
54
– Ve yine, ilimden
nasibi olanların bu Kur’ân’ın senin
Rabbin tarafından gönderilen gerçeğin ta
kendisi olduğunu iyice anlayıp da
onu bütün
kalpleriyle tasdik edip gönülden tazim ederek bağlanmaları
içindir.
Elbette
Allah iman edenleri dosdoğru yola, isabetli tutuma
yöneltir.
55
– Dini inkâr
edenler ise, son saat ansızın gelip çatıncaya
veya gün doğurmayan o kısır gün
kendilerine gelinceye kadar,
Kur’ân
hakkında şüphe içinde kalır giderler.
Kısır
gün: Ardından başka gün doğmayan gün
demektir. Adeta her gün, kendinden sonra gelen günü
doğuran bir ana durumundadır. Arkası
gelmeyen gün ise “kısır gün” anlamındadır.
56
– O gün hakimiyet
yalnız Allah’ındır.
İnsanlar
hakkındaki hükmünü verir.
İman
edip makbul ve güzel işler yapanlar, Naim
cennetindedirler. [25,26;
82,19]
57
– Dini inkâr edip
âyetlerimizi yalan sayanlara ise zelil eden bir azap
vardır. [40,6]
58
– Allah yolunda
hicret edenleri,
sonra da bu
uğurda öldürülenleri veya ölenleri ise
Allah pek güzel
bir tarzda nimetlerine mazhar edecektir.
Allah
elbette nimet verenlerin en iyisidir. [4,100;
56,88-89]
59
– O, mutlaka onları
memnun olacakları yere yerleştirecektir.
Muhakkak ki
Allah her şeyi hakkıyla bilir, hilim ve şefkati
boldur.
60
– İşte böyle...
Kim kendisine yapılan haksızlığa karşı
misliyle karşılık verdikten sonra yine
tecavüze uğrarsa, elbette Allah ona yardım
edecektir.
Çünkü
Allah afüvdür, gafurdur (affı ve mağfireti
boldur).
Kur’ân,
şahısların kendilerine karşı
yapılan kusurları affetmenin büyük bir
fazilet olduğunu bildirir (3, 134). Bunu takvâ
sahibi olmanın başlıca şartlarından
sayar. Fakat bu âyet, haksızlığa mâruz
kalan kimsenin, isterse karşılık verme
hakkını da kabul etmektedir. Yalnız bunu,
kötülük edene, ettiği kadarıyla karşılık
vermenin cevazı ile sınırlamış,
daha fazla bir cezaya izin vermemiştir.
61
– Bu böyle... Çünkü
Allah öyle sınırsız kudret sahibidir ki
gâh gündüzü kısaltarak geceyi uzatır, gâh
geceyi kısaltarak gündüzü uzatır ve çünkü
Allah semîdir, basîrdir (her şeyi hakkıyla işitip
görmektedir).
“Gecenin
karanlığından gündüzün aydınlığını
çıkaran Allah, Cahiliye ve inkâr karanlığından
adalet aydınlığını da çıkarmaya
kadirdir.” Âyette, açık olmasa da, bu mânaya
bir ima sezilmektedir.
62
– Bu böyle... Çünkü
Allah hakkın, gerçeğin ta kendisidir.
Müşriklerin
O’ndan başka yalvardıkları tanrılar
ise batılın ta kendisidir ve tam anlamıyla
yüce ve büyük olan da ancak Allah’tır.
63
– Görmedin mi ki
Allah gökten yağmur indirir de yer yemyeşil
oluverir. Alah latiftir, habîrdir (lütfu boldur, her
şeyden haberdardır).
[31, 16; 27,25; 6,59; 10,61]
Latîf:
Letâfet’ten “gizliliklere nüfuz eden”,
lutf’dan ise “lütuf ve ihsanda bulunan” anlamına
gelir. Latîf isminin tecellisiyle Allah öyle işler
takdir eder ki bunlar gerçekleşip gözle görülünceye
kadar, hiç kimsenin anlayamayacağı bir
gizlilik ve incelikle cereyan eder.
64
– Göklerde ne var,
yerde ne varsa hep O’nundur ve muhakkak ki Allah ganîdir,
hamîddir (hiç bir şeye ihtiyacı yoktur, bütün
övgülere lâyıktır).
65
– Görmedin mi ki
Allah yerde olan her şeyi
ve kendi
emriyle denizlerde yüzen gemileri, sizin hizmetinize
verdi?
Yerin üstüne
düşmesin diye, göğü O tutuyor.
Gök ancak
O’nun izniyle düşebilir.
Çünkü
Allah raûfdur, rahîmdir (insanlara karşı çok
şefkatli ve merhametlidir). [45,13;
13,6; 31,30]
Bütün
hayvanları, bitkileri, madenleri ve bütün varlıkları
Allah insanların hizmetine vermiştir.
66
– Size hayatı
veren de O’dur. Sizi müteakiben öldürecek ve tekrar
diriltecek olan da Odur. Gerçekten insan pek nankördür!
[2,28; 45,26; 40,11]
67
– Biz her ümmete
kendi dönemlerinde uyguladıkları özel bir
ibadet yolu belirledik.
Öyle ise
onlar din işinde asla sana muhalefet etmesinler,
Sen
insanları Rabbinin yoluna dâvet et. Çünkü sen
gerçekten hakka götüren dosdoğru bir yolun üzerindesin.
[2,148; 5,48; 28,87]
Onların
muhalefeti mesela kurban konusunda olmuştur. Çünkü
onlar “Allah’ın öldürdüğü hayvanın
(yani leşin) etini yemek sizin boğazladıklarınızdan
daha hayırlıdır” diyorlardı. Âyet
şunu ifade eder: “Önceki peygamberler nasıl
bir hayat tarzı getirdilerse, sen de öyle bir
hayat tarzı getirdin. Dolayısıyla
insanların, senin getirdiğin şeriata karşı
çıkmaya hakları yoktur.”
68
– Eğer seninle
mücadele ederlerse de ki: “Allah sizin yaptıklarınızı
pek iyi bilmektedir.” [10,41;
46,8]
69
– O büyük duruşma
günü, hakkında ihtilaf ettiğiniz konularda
aranızdaki nihaî hükmü Allah verecektir. [42,15;
60,3; 32,25]
70
– Bilmez misin ki,
Allah gökte ve yerde olan bütün şeyleri bilir?
Bunların
hepsi bir kitapta mevcuttur.
Bütün
bunlar Allah’a göre pek kolaydır.
71
– Müşrikler
Allah’tan başka,
Onun, tanrılıklarına
dair hiç bir delil göndermediği
ve
kendilerinin de ibadet edilmelerinin cevazı hakkında
kesin bilgi sahibi olmadıkları bir takım
nesnelere ibadet ediyorlar.
İşte
o zalimlerin hiç bir yardımcısı
olmayacaktır. [23,117]
72
– Âyetlerimiz karşılarında
açık açık birer delil olarak okunduğunda
kâfirlerin yüzündeki inkârcı tavrı hemen
farkedebilirsin.
Öyle ki,
nerdeyse kendilerine âyetlerimizi okuyanlara saldıracak
olurlar.
De ki: Sizi
bundan da beter kızdıracak olan şeyi de
bildireyim de görün:
“İşte
cehennem! Allah onu kâfirlere vaad etmiş bulunuyor.
Ne kötü
bir sondur o!” [25,66]
73
– Ey insanlar!
İşte size bir misal veriliyor, ona iyi kulak
verin: Sizin Allah’tan başka yalvardığınız
bütün sahte tanrılar güç birliği yapsalar
da, bir sinek bile yaratamazlar. Hatta sinek onlardan
bir şey kapsa, onu dahi kurtarıp geri
alamazlar. İsteyen de, kendinden istenilen de, kaçan
da kovalayan da ne kadar güçsüz!
Heykel
şeklindeki putlar; üzerlerine bulaşan bir
yiyeceği almak için konan bir sineğin konmasını
bile önleyemezler. Sinek kendilerinden bir şey kapıp
götürse onu geri alamazlar. En âciz ve küçük görülen
canlılardan birine bile söz ve güç geçiremeyen
nesneler nasıl olur da, eşref-i mahlûkat olan
insanın ilahı olabilir? Bu, tefsir kitaplarında
özetle anlatılan mânadır.
Fakat
âyet bir başka yöne daha işaret etmektedir.
Allah kâinatı öyle bir sistem halinde yaratmıştır
ki, en küçük şey, en büyük şeyle irtibatlıdır.
Güneş sistemini kim yaratmış ve yönetiyorsa
bir sineği, sineğin vücudundaki gözünü
yaratıp o sistem içinde dolaşıp görmesinin
ortamını yaratan da O’dur. Mesela bir sineği
küçük görerek sistem dışında
yaratmaya teşebbüs edenler, onun bedenini dünyanın
dört bir yanına dağılmış
unsurlardan özel ve hassas terazilerle toplamaya mecbur
kalırlar. Kaldı ki o cansız zerreleri
toplamak yetmez. Zira sineğin vücudundaki bütün
hücreler canlı bir organizma teşkil edip her
biri onun yaratılış gayesine göre ayarlı
olarak çalışırlar. Maddî sebepler bu
neticeyi elde edip o cansız zerrelerden böyle
hayat dolu ve kâinat sisteminin bütün unsurlarıyla
ilişkilerini ayarlamasını bilen,
programlayabilen bir sineği yaratmaları mümkün
değildir. İşte Kur’ân bu âyetle: “Bütün
maddî sebepler toplansa, onların iradeleri de olsa,
bir tek sineğin vücudunu ve o vücudu, cihazlarını,
sistemlerini özel bir terazi ile ölçü ile
toplayamazlar. Toplasalar da o vücudun gerekli mikdarında
durduramazlar. Durdursalar da, daima tazelenmekte olan
ve o vücuda gelip çalışan zerreleri, hücreleri
düzenli tarzda çalıştıramazlar. Öyleyse
bütün güvenilen maddî sebepler, bir sineğe
sahip çıkamazlar”
74
– Allah’ı lâyık
olduğu tarzda bilemediler. Muhakkak ki Allah pek
kuvvetlidir, mutlak galiptir. [30,27;
85,12-13; 51,58; 57,25; 58,21]
75
– Allah meleklerden
de insanlardan da elçiler seçer. Allah elbette semî
ve basîrdir (her şeyi hakkıyla işitir ve
görür).
76
– O onların
yaptıklarını da yapacaklarını
da, olanı da olacağı da bilir. Bütün işler
yalnız Allah’a raci olur, onlar hakkındaki
nihaî hükmü O verir. [72,28;
5,67]
77
– Ey iman edenler!
Rükû edin, secde edin, hasılı yalnız
Rabbinize ibadet edin, hayırlar işleyin ki
felaha eresiniz.
78
– Allah yolunda gereği
gibi cihad edin. Sizi insanlar içinde bu emanete ehil
bulup seçen Odur. Din konusunda, size hiçbir zorluk da
yüklemedi. Haydin öyleyse babanız İbrâhim’in
milletine ve yoluna! Bundan önce de, bu Kur’ân’da
da, size müslüman adını veren O’dur. Ta ki
Resul size şahid olsun, siz de diğer insanlar
nezdinde Hakkın şahitleri olasınız.
Haydi namazı hakkıyla ifa edin, zekâtı
verin ve Allah’a sımsıkı bağlanın.
O sizin biricik mevlanız, efendinizdir. Ne güzel
mevla ve ne güzel yardımcıdır O!
[6,161; 2,128]
Cihad,
düşmana karşı bütün gücünü harcamak
demek olup üç kısımdır. Birincisi; açıkça
kendisini belli etmiş düşman ile yapılan
cihad. İkincisi; Şeytan ile yapılan cihad.
Üçüncüsü; Nefisle yapılan cihad. Buradaki emir
bu üç kısmı da kapsamaktadır. Zira âyette
mücahede tabiri kullanılmış olup
mukatele (savaşmak) kavramından daha geneldir.
Allah’ın
elçisi yeryüzünde Hakkın şahididir. Rabbine
olan muazzam iman ve güveni, adalet, takvâ, mükemmel
ahlâk örneği olması, yaşayan bir Kur’ân
olması ile Allah’ın rızasının
tecessüm etmiş şeklidir. Onu gören Hakkı
görmüş gibi olur. Kendisinden sonra da müminler
bu hususta onu örnek almalıdırlar. Müminlerin
hallerine davranışlarına bakanlar, bunda
Allah’ın varlığının delillerini,
müminlerin de O’nun varlığına ve birliğine
şahitliklerini okumalıdırlar. Hülasa
hakkıyla cihad yapmanın, dine uymanın
ve müslümanlığı yaşamanın nasıl
olacağını Peygamber size bizzat gösterip
öğretsin. Hakkın şahidi, peşinden
gidilecek bir örnek olsun. Siz de ona uymak sûretiyle,
bütün insanlar için, Hakkın örnek tutulacak birer
şahitleri olasınız.
|