KUR'AN-I KERİM İNDEKS
26
– ŞUARÂ SÛRESİ
227
âyettir. Mekkî olup son dört âyeti Medine’de inmiştir.
224. âyette şairlerden bahsolunup Kur’ân’ın
bir şair eseri olduğunu iddia eden muhalifler
reddolunup, bununla beraber şairlerin makbul kısmının
da bulunduğu kabul edilir. Bu yön üzerinde
durularak sûreye Şuâra adı verilmiştir.
Hz. Peygamberi takviye için Hz. Mûsa, Hz. İbrahim,
Hz. Nûh, Hz. Hûd, Hz. Salih, Hz. Lût, Hz. Şuayb
(aleyhimü’s-selam) gibi peygamberlerin tebliğleri
nakledilir. Bunlar A’raf sûresinde daha tafsilatlı
geçen kıssalardır. Yalnız orada tarihî
sıraya göre anılırlarken burada hikmet
ve ibret icabı sıra değiştirilir. Böylece
Kur’ân’ın, bazan kasden tarihî gaye değil,
dinî gaye gözettiğine dikkat çekilmiş olur.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1
– Tâ Sîn Mîm
2
– Şunlar gerçekleri
açıklayan kitabın âyetleridir.
Mübin: Açık, gerçekleri açıklayan, Allah’tan geldiği
âşikâr ve kesin, hak ile batılı kesin
olarak birbirinden ayıran anlamına gelir.
3
– Onlar iman
etmiyor diye üzüntüden nerdeyse kendini yiyip tüketeceksin.
[35,8; 18,6]
4
– Eğer
dileseydik onlara gökten öyle bir mûcize indirirdik
ki, onun karşısında ister istemez boyun bükerlerdi.
Allah
dileseydi İnkâr edenlerin, imana girmelerini
gerektirecek mûcizeler gösterirdi. Fakat Onun hikmeti,
insana verdiği akıl, irade gibi kabiliyetlere
göre insanlık şahsiyetine yaraşan bir hürriyet
vermeyi dilemiştir. Allah insanın, gerek
tekvinî kainat kitabına, gerek tenzilî kitabına
yerleştirdiği âyetleri inceleyerek hidâyeti
kabul etmesini beklemektedir. İnsan bu imtihan dünyasında
gerçeğe yönelmekle gelişme ve yükselme imkânı
bulmaktadır.
5
– (Fakat Biz bunu
istemedik.) O sebeple, ne zaman onlara Rahman’dan yeni
bir mesaj gelse, mutlaka ona arkalarını dönüp
uzaklaşırlar. [12,103;
36,30; 23,44]
6
– Nitekim işte
bu mesajı da yalan saydılar, ama alay edip
durdukları Kur’ân’ın bildirdiği
olaylar, yakında başlarına gelince, alay
etmenin ne demek olduğunu anlayacaklardır.
7
– Peki bunlar yeryüzüne,
orada her güzel çiftten nice nebatlar yetiştirdiğimize
hiç bakmıyorlar mı?
Aynı
su ile sulanan, aynı toprakta binlerce çeşit
ürünün yetişmesine dikkat edip, tesadüfe en
ufak bir yer olmadığını bilmek
gerekir.
8
– Elbette bunda alınacak
ibret vardır; fakat onların ekserisi ibret alıp
da iman etmezler.
9
– Ama senin Rabbin
azîz ve rahîmdir (mutlak galiptir, geniş merhamet
sahibidir). [10,74]
10,
11 – Bir vakit de
Rabbin Mûsâ’ya: “Haydi! o zulme batmış
olan topluma, yani Firavunun halkına git. Onlar küfür
ve isyandan hâla mı sakınmayacaklar?” diye
nida etti. [20,47]
Hz.
Mûsâ (a.s.)’ın durumu Hz. Muhammed (a.s.)’ın
durumundan daha çetin idi. Zira o Firavunun köleleştirdiği
bir millete mensup idi. Hz. Mûsâ Firavunun sarayında
büyütülmüştü. Dünyanın en güçlü bir hükümdarını
hakka dâvet etmekle görevli idi. Hz. Peygamber ise
muhataplarına göre eşit konumda olup, Kureyş’in
dünyevi güçleri, Firavun sultanlığı
ile kıyas bile edilemezdi. İşte bu kıssa
ile Kur’ân Kureyş’e ve herkese şu dersi
vermek istiyor: “O zor şartlarda bile hak din
galip geldi. Mekke kâfirlerinin bu dâveti engellemesi
mümkün değildir.”
12-13
– “Ya Rabbi”
dedi, “korkarım ki beni yalancı sayarlar,
benim de göğsüm daralır, dilim tutulur. Onun
için Harun’a da risalet ver.” [28,34;
20,29] {KM, Çıkış 4,10-14}
14
– “Hem sonra
onların benim üstümde bir hakları da var.
Bundan ötürü beni öldürmelerinden endişe
ediyorum.” [28,15] {KM, Çıkış
2,11-15}
15
– “Hayır!”
buyurdu, “Benim âyetlerimle gidin, Biz de sizinle
beraberiz, olup bitenleri işitiriz.” [28,35;
20,46]
16-17
– Gidin o
Firavun’a: “Biz Rabbülâlemin tarafından sana
gönderilen elçiyiz, O’ndan sana mesaj getirdik:
İsrailoğullarını serbest bırakacaksın,
bizimle gelecekler!” deyin. [20,46]
Hz.
Mûsâ ile Harun’un başlıca iki görevleri
vardı. 1.Firavun’u ve halkını bir
Allah’a kulluğa çağırmak. 2.İsrailoğullarını,
Firavun’un esaretinden kurtarmak. Kur’ân bazan her
ikisinden (Naziat sûresinde), bazen birinden bahseder.
18
– “A!” dedi,
“Sen şu bebekken alıp yanımızda büyüttüğümüz
çocuk değil misin? Sonra da bizim sarayımızda
senelerce kalmış, ömrünün bir kısmını
bizimle geçirmiştin?”
19
– “Sonunda da
bildiğin o işi yapmıştın. Sen
doğrusu nankörün tekisin!”
{KM, Sayılar 12,1}
20
– “Ben” dedi,
“yanlışlıkla, sonunda ne olacağını
bilmeksizin, şaşkın bir vaziyette o işi
yapmıştım.”
21
– “Sizden korktuğum
için de kaçmıştım. Ama Rabbim bana hüküm
ve hikmet verdi ve beni peygamberler arasına dahil
etti.” [28,21; 6,89;
45,16]
22
– “O başıma
kaktığın iyilik ise, İsrailoğullarını
köleleştirmenin bir sonucu değil miydi?”
23
– Firavun: “Sahi,
şu bahsettiğin Rabbulâlemin de ne?” dedi.
[28,38; 43,51-52]
Firavun,
Rabbülâlemin’in mahiyetini soruyor. Bir şeyin
mahiyeti ise, benzerleri ile ortak olduğu genel gerçektir.
“Onun türü veya cinsi nedir?” diye sormuş
oluyor. Allah Teâlanın benzeri olmadığından
Hz. Mûsâ (a.s.) cevabında üslub-i hakîm tarzını
seçip, yalnız, Rabbülâlemin’in ismini kavram mânasıyla
düşündürmek üzere, alemini
tefsir ederek “göklerin ve yerin Rabbi” diyor.
24
– “Eğer işin
gerçeğini bilmek isterseniz söyleyeyim: O, göklerin,
yerin ve ikisi arasında olan her şeyin
Rabbidir.”
25
– Firavun alaycı
bir şekilde çevresindekilere: “Bu adamın
dediklerini işittiniz değil mi? (Aklısıra
cevap veriyor).
26
– Mûsâ onu hiç
duymamış gibi sözüne devam ederek: “O
sizin de, sizden önceki babalarınızın da
Rabbidir.”
27
– Firavun:
“Dikkat edin! Size gönderilen bu elçi kesinlikle bir
deli!”
28
– Mûsâ: “O doğunun
da, batının da, doğu ile batı arasındaki
her şeyin de Rabbidir. Aklınız varsa bunu
anlarsınız.” [2,258]
29
– Firavun, Mûsâ’ya
cevaben: “Eğer benden başka tanrı kabul
edersen mutlaka seni zindanlık ederim!” dedi.
[7,127; 79,24; 28,38]
30
– “Ya” dedi,
“sana doğruluğumu ispatlayan âşikâr
bir delil getirmiş olsam da mı?”
31
– “Haydi, dedi,
doğru söylüyorsan, göster o belgeni de görelim!”
32
– Bunun üzerine Mûsa
asâsını yere attı. Bir de ne görsünler:
Değnek her haliyle tam bir ejderha oluvermiş!
[27,12; 28,32]
33
– Bir de elini
koynundan çıkardı ki bakanların gözlerini
kamaştıracak kadar parlak mı parlak!
[27,12; 28,32]
34
– Firavun etrafındakilere:
“Bu adam, dedi, galiba usta bir sihirbaz!”
35
– “Büyü gücü
ile sizi yerinizden yurdunuzdan çıkarmak istiyor,
ne buyurursunuz, görüşünüzü bildirin!” [7,110]
36-37
– “Bunu ve kardeşini
biraz burada beklet, bütün şehirlere haber gönder,
sonra ne kadar mahir sihirbaz varsa alıp gelsinler!”
dediler.
38
– Böylece
belirlenen günde bütün usta sihirbazlar toplandı.
39-40
– Halka da: “Haydi
ne duruyorsunuz, siz de toplansanıza!”
“Umarız
büyücüler galip gelirler de biz de onların
dinlerine tâbi oluruz!” denildi.
Bu
büyücüler, büyünün önemli bir rol oynadığı
Amon kültürünün resmî rahipleriydiler. Dolayısıyla,
onların Hz. Mûsâ’ya galebe çalmaları
devlet dininin halkın gözünde önemini pekiştirecekti.
Onların ana gayeleri Mûsâ’ya tâbi olmama idi.
Yoksa gerçekte sihirbazların dinlerine de tâbi
olma gayeleri yoktu. Büyücülere moral vermek için ve
onları tam gayrete getirmek için: “Haydi görelim
sizi! Galip gelin de biz de sizin dininize girelim”
diye teşcî ediyorlardı. Bu sözü kinaye
kabilinden söylemişlerdi.
‑41
– Büyücüler
Firavunun huzuruna varınca ona:
“Biz
galip gelirsek, elbet bize büyük bir ödül verilir
herhalde!” dediler.
42
– “Evet, evet!
dedi, Üstelik, sizi yakın çevreme alacağım,
benim gözdelerimden olacaksınız.”
43
– Yarışma
başlayınca Mûsa: “Önce siz marifetinizi
ortaya koyun, ne atacaksanız atın!” dedi.
44
– İplerini ve
değneklerini yere attılar ve:
“Firavun’un
izzetine yemin ederiz ki galip gelen biz olacağız”
dediler.
45
– Derken Mûsâ da
değneğini yere attı;
bir de ne görsünler:
O, büyücülerin
göz boyayarak uydurup ortaya koydukları şeyleri
yutuveriyor!
46
– Bunu gören
sihirbazlar derhal secdeye kapandılar.
47-48
– “Rabbülâlemine,
Mûsâ ile Harun’un Rabbine biz de iman ettik”
dediler. [17,81; 21, 18;
20,65-66; 7,116-122]
49
– Firavun: “Demek
ben size izin vermeden ona inandınız ha!
Anlaşıldı:
Size büyüyü öğretmiş olan ustanız
oymuş!
Size yapacağımı
da yakında öğreneceksiniz.
Farklı
yönlerden olmak üzere el ve ayaklarınızı
kesecek ve hepinizi asacağım!”
50
– “Hiç önemi
yok” dediler, “biz zaten Rabbimize döneceğiz!”
51
– “İman
edenlerin öncüleri olduğumuzdan ötürü umarız
ki Rabbimiz günahlarımızı affeder.”
52
– Mûsâ’ya da:
“Mümin kullarımı geceden yola çıkar;
zira siz mutlaka takip edileceksiniz!” diye vahyettik.
53
– Firavun ise onları
takip etmek gayesiyle, bütün şehirlere asker
toplamak üzere görevliler çıkardı.
54
– “Esasen bunlar
çok küçük, sefil bir gruptur.”
55
– “Fakat bize karşı
kızgın olup diş bilemektedirler.
56
– “Biz de elbette
uyanık, tedbirli bir topluluğuz” diyordu.
57-58
– Ama neticede Biz
onları bahçelerinden ve pınarlarından,
hazinelerinden,
servetlerinden
ve
kendilerince çok değerli makam ve mevkilerinden çıkardık.
59
– Bu olay böylece
tamamlandı.
Bahsedilen
bütün o nimetlere İsrailoğullarını
mirasçı yaptık. [7,137;
28,5]
Bu
ara cümle [7,137] de atıfta bulunulan, İsrailoğullarının
Mısır’daki sefalet günlerinden sonra
Filistin’de kavuşacakları bolluk ve ikbal günlerine
işaret etmektedir.
60
– (Takip kıssasına
dönelim) Güneş doğup ortalığı
aydınlatırken Firavun’un ordusu onları
takibe koyuldu. [44,24]
61
– İki topluluk
birbirini görecek kadar yaklaşınca Mûsâ’nın
arkadaşları: “Eyvah! Bize yetiştiler!”
dediler.
62
– “Hayır,
asla!” dedi, “Rabbim benimledir ve O muhakkak ki
bana kurtuluş yolunu gösterecektir.”
63
– Biz Mûsâ’ya:
“Asânı denize vur!” diye vahyettik.
Vurur
vurmaz deniz yarıldı, öyle ki birer koridor
gibi açılan her yolun iki yanında sular büyük
dağlar gibi yükseldi.
[20,77] {KM, Çıkış 14, 22}
64-66
– Ötekileri (Firavun’un
ordusunu da) oraya yaklaştırdık. Mûsâ’yı
ve beraberinde olan herkesi kurtardık. Öbürlerini
ise suda boğduk.
67
– Elbette bunda alınacak
ibret vardır, fakat onların ekserisi ibret alıp
da iman etmezler.
68
– Ama Senin Rabbin
aziz ve rahimdir (mutlak galiptir, geniş merhamet
sahibidir).
69
– Onlara İbrahim’in
başından geçenleri de anlat.
70
– Günün birinde o
babasına ve halkına hitaben: “Söyler
misiniz siz neye ibadet ediyorsunuz?” dedi.
71
– Onlar da: “Kendi
putlarımıza ibadet ediyoruz.” dediler ve
ilave ettiler: “Onlara tapmaya da devam edeceğiz!”
72-73
– “Peki onlar”
dedi, “siz kendilerine dua ettiğinizde sizi işitiyorlar
mı?
Yahut taptığınızda
size fayda veya tapmadığınızda size
zarar verebiliyorlar mı?
74
– “Yook! dediler,
ama atalarımızı böyle bir uygulama içinde
bulduk, biz de onu benimsedik.”
75-76
– İbrahim:
“Peki, gerek sizin, taptığınız
gerek, gelip geçmiş babalarınızın
taptığı şeyler hakkında biraz
olsun düşünmediniz mi?
77
– Bilin ki bütün o
ibadet ettiğiniz tanrılar, Rabbülalemin hariç,
hepsi benim düşmanlarımdır. [10,71;
11,54-56; 6,81; 43,26]
Kur’ân’ın,
Hz. İbrâhim (a.s.) ın tevhid inancına
fazla yer vermesinin hikmeti şudur: Araplar, Hz.
İbrâhim’in dinine mensup olmakla öğünüyorlardı.
Öte yandan Yahudi ve Hıristiyanlar da onun,
dinlerinin öncüsü olduğunu ileri sürüyorlardı.
Kur’ân bütün onlara şunu vurgulamak istiyordu
ki: Hz. İbrâhim’in dini, şimdi Hz. Muhammed
(a.s.)’ın size bildirdiği İslâm
dinidir. O bu inanç içindir ki ailesini, vatanını
ve milletini terkedip gâh Filistinde, gâh Hicazda gâh
Mısırda sürgün hayatı yaşamak
zorunda kalmıştı.
78
– O’dur beni
yaratan ve hayat imkânlarını veren, maddeten
ve mânen yol gösteren.
79
– O’dur beni
doyuran, O’dur beni içiren.
80
– Hastalandığımda
O’dur bana şifa veren.
81
– O’dur beni öldürecek
ve sonra da diriltecek olan.
Allah
insanı yaratıp kendi haline bırakmamıştır.
Onun vücudunu devamlı surette geliştirme, her
türlü ihtiyaçlarını karşılama,
ona zarar verecek binlerce tehlikeden koruma işlerini
de uhdesine almıştır. Yüce Yaratıcı
bunu öyle bir sisteme bağlamıştır
ki insanın bu kadar ilerleyen bilgi ve tecrübeleri,
bu sistemi güzelce farketmekle beraber lâyıkıyla
kavrayamamaktadır.
82
– Büyük hesap günü
günahlarımı bağışlayacağını
umduğum Ulu Rabbim de yine O’dur. [4,48]
83
– Ya Rabbî! Bana
hikmet ver ve beni salihler arasına dahil eyle! [26,21;
2,130]
84
– Gelecek nesiller
içinde iyi nam bırakmayı, hayırla anılmayı
nasib eyle bana. [37,108;
2,129]
85
– Naim cennetlerine
vâris olanlardan eyle beni ya Rabbî.
[23,10]
86
– Babamı da
affet, ona tövbe ve iman nasib et, Zira o yolunu şaşıranlar
arasında. [19,47;
9,114; 60,4]
87
– İnsanların
diriltilip bir araya toplandığı mahşer
günü rüsvay eyleme beni ya Rabbî.
88
– O gün ki ne mal,
ne mülk, ne evlat insana fayda eder. [6,94;
23,101; 18,46]
89
– O gün insana
fayda sağlayan tek şey, Allah’a teslim ettiği
selim bir gönül olur.
90
– O gün cennet müttakilere
yaklaştırılır. [15,45]
91
– O gün cehennem
azgınlara gösterilir. [21,98]
92-93
– Ve onlara:
“Nerede o, Allah’tan başka taptıklarınız?
Size yardım
edebiliyorlar mı, kendilerini olsun
kurtarabiliyorlar mı?” denilir.
94-95
– Arkasından
onlar da, o azgınlar da ve topyekün İblis
ordusu da cehenneme fırlatılır.
96-102
– Orada putlarıyla
çekişirken şöyle derler “Vallahi de,
tallahi de biz besbelli bir sapıklık içinde
imişiz!”
“Çünkü
biz sizi Rabbülâlemin ile bir tutuyorduk. Ama bizi
saptıranlar da, o mücrimler oldu.
“Şimdi
artık ne şefaatçimiz var bizim, ne candan bir
dostumuz!”
“Ah! Ne
olurdu, imkân olsa da dünyaya bir dönsek ve müminlerden
olsaydık!” [36,56;
40,47; 7,53; 38,64]
Siyaktan
iyice anlaşıldığı üzere âyet,
kâfirler lehindeki şefaati reddetmektedir. Yoksa müminler
hakkındaki şefaati inkâr edenlerin bu âyeti
ileri sürmeleri geçersizdir.
103
– Elbette bunda alınacak
ibret vardır; fakat onların ekserisi ibret alıp
da iman etmezler.
104
– Ama senin Rabbin
aziz ve rahîmdir (mutlak galiptir, geniş merhamet
sahibidir).
105
– Nûh’un halkı
da gönderilen resûlleri yalancı saydı.
[36,14; 7,59-84]
106
– Kardeşleri Nûh
onlara şöyle demişti: “Hâla inkâr ve
isyandan sakınmayacak mısınız?
107
– Bilin ki ben size
gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.
108
– Öyleyse
Allah’a karşı gelmekten sakının da
bana itaat edin.
109
– Bu hizmetten ötürü
sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi
verecek olan, ancak Rabbülalemîn’dir.
110
– Haydi öyleyse!
Allah’a karşı gelmekten sakının da
bana itaat edin.”
111
– “A!” dediler,
“seni izleyenlerin, toplumun en aşağı
tabakasından olduklarını göre göre sana
inanmamızı nasıl beklersin?” [6,52-53;
80,5-12]
112-113
– Nûh: “Onların
daha önce ne yaptıkları hakkında bilgim
yoktur.
Sizin azıcık
bir şuurunuz olsaydı bilirdiniz ki onların
hesabı ancak Rabbime aittir.
114-115
– Ben iman edenleri
asla kovamam. Ben sadece açıkça uyaran bir elçiyim.”
116
– “Nûh! bizi
dinle!” dediler, “eğer bu dâvadan vazgeçmezsen,
mutlaka taşa tutulacaksın!
Mercûm’un
iki anlamı olabilir: 1.Taşlanmış,
recm edilmiş. 2.Her taraftan azarlanmış,
lanetlenmiş. Burada her iki mâna da geçerlidir.
117-118
– “Ya Rabbî, dedi, halkım beni yalancı saydı.
Artık
benimle onlar arasındaki hükmünü Sen ver, beni
ve beraberimdeki müminleri Sen halas eyle ya Rabbî!”
[54,10-14]
119
– Hülasa Biz de onu
ve yanındakileri o yükle dolu gemi içinde kurtardık.
120
– Arkasınden
geride kalanları da suda boğduk.
121
– Elbette bunda alınacak
ibret var,
fakat onların
ekserisi ders alıp da iman etmezler.
122
– Ama Senin Rabbin
aziz ve rahîmdir (mutlak galiptir, geniş merhamet
sahibidir).
123
– Âd halkı da
resûlleri yalancı saydılar.
124-127
– Kardeşleri Hûd
onlara şöyle dedi: “Hâlâ inkâr ve isyandan
sakınmayacak mısınız?
Bilin ki
ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.
Öyleyse
Alaha karşı gelmekten sakının da
bana itaat edin. Bu hizmetten ötürü sizden hiç bir
ücret istemiyorum.
Benim ücretimi
verecek olan ancak Rabbülâlemindir. [25,4-5;
16,24]
128-130
– Siz her yol üzerinde,
gelip geçenleri şaşırtmak için bir
alamet yapıp
saçma
sapan şeylerle mi uğraşırsınız?
O muazzam
yapıları Dünyada ebedi kalmak gayesiyle mi inşa
ediyorsunuz?
Başkalarının
hukukuna karşı hiç sınır tanımadan
hep böyle zorbalık mı yapacaksınız?
[89,6-7; 53,50; 41,15; 46,25; 69,7]
Hz.
Hud o binaların sadece plan, sayı ve ihtişamlarına
değil, aynı zamanda bu israflı yapıların
o milletin ahlâk, kültür ve medeniyeti üzerindeki
yakın etkilerine de itiraz etmiş oluyordu.
131-135
– Allah’a karşı
gelmekten sakının da bana itaat edin.
Size bildiğiniz
bunca nimetleri veren,
size evcil
havyanlar ve evlatlar ihsan eden,
bağ ve
bahçeler, pınarlar lütfeden o Rabbinize karşı
gelmekten sakının.
Müthiş
bir günün azabının tepenize ineceğinden,
gerçekten endişe ediyorum!”
136-138
– “Sen” dediler,
“ha böyle nasihat etmiş, ha etmemişsin,
bize göre hepsi bir.
Bizim tuttuğumuz
yol, önceki atalarımızın sürüp gelen
adetlerinden başka birşey değildir.
Biz bundan
ötürü de cezalandırılacak değiliz!” [11,53]
139
– Neticede onu
yalancı saydılar, Biz de onları imha
ettik.
Elbette
bunda, alınacak ibret var,
fakat onların
ekserisi ibret ders da iman etmezler.
140
– Ama Senin Rabbin
aziz ve rahimdir (mutlak galiptir, geniş merhamet
sahibidir). [7, 73;
11,61-68; 15,80; 27,45]
141
– Semud halkı
da resûlleri yalancı saydı.
142-145
– Kardeşleri
Salih onlara şöyle dedi: “Hâla inkâr ve
isyandan sakınmayacak mısınız?
Bilin ki
ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.
Öyleyse
Allah’a karşı gelmekten sakının da
bana itaat edin.
Bu
hizmetten dolayı sizden hiçbir ücret istemiyorum.
Benim ücretimi
verecek olan ancak Rabbülâlemindir.
146
– Siz burada,
konfor ve güven içinde kendi rahatınıza bırakılacağınızı
mı sanıyorsunuz?
147-148
– Bağlarda,
bahçelerde, pınarların başında,
ekinler, bostanlar, dalları kırılacak
derecede yüklü salkımları sarkan hurmalıklar
içinde
devamlı
kalacağınızı mı sanıyorsunuz?
149
– Böyle düşündüğünüz
için mi dağlarda ince bir sanat eseri lüks
villalar yontuyorsunuz?
Hicazın
kuzeyinde Medine ile Tebük civarında Hicr dağının
batı yamaçlarında Semudluların kayalara
oydukları mesken ve mezarlara dikkat çekilmektedir.
Bu yapılar, yüksek bir uygarlık ve dünyevi
kudrete işaret eden ince bir zevk ve büyük emek
ürünüdürler. Kalıntıları bu gün de görülebilir
durumda olan bir takım hayvan figürleri ve
kitabelerle süslü bu yapılar, popüler Arap
dilinde Medayin Salih diye adlandırılır.
150-152
– Artık
Allah’a karşı gelmekten sakının da
bana itaat edin.
Sakın işi
gücü dünyada fesat çıkarıp nizamı
bozmak olan,
düzeltme için
ise hiç bir gayretleri bulunmayan o haddi aşanların
isteklerine uymayın.
153-154
– “Sen” dediler,
“bir sihirin etkisine kapılmışlardan
birisin.
Hem bize hiçbir
üstünlüğün yok, bizim gibi bir insansın.
Yok eğer böyle
değilsen, iddianda doğru isen mûcize göster
bize!”
155-156
– Salih: “İşte
mûcize, şu dişi deve!
Nöbetleşe
olarak, kuyudan bir onun içme sırası, belirli
günde de sizin içme sıranız olsun.
Sakın ona
fenalık dokundurayım demeyin,
yoksa sizi müthiş bir günün azabı
bastırıverir.” dedi.
157
– Derken, deveyi boğazladılar,
ama çok geçmeden yaptıklarına pişman
oldular.
158
– Çünkü
bildirilen o azap onlar bastırıverdi.
Elbette bunda alınacak
ibret vardı. Ama onların ekserisi ders alıp
da iman etmezler.
Semud
halkından günümüze ulaşan tarihî kalıntılar
vardır. Hicr denilen bölgede (Medine ile Tebük
arasında) yer alan bu kalıntılar arasında
bir de kuyu vardır. Bu kuyu Osmanlı
Devletinden kalan bir askeri karakol içinde olup, Hz.
Salih’in mûcizevî devesinin su içtiği kuyu
olduğu bildirilmektedir. Harabelerden, müthiş
zelzelenin 500 x 200 km. çapında bir kısmı
etkilediği anlaşılmaktadır (Tefhim).
Hicr’deki kalıntıların benzerleri Ürdünde
Petra bölgesinde de vardır. Bazı şarkiyatçılar
Kur’ân hakkında şüphe uyandırmak için
Hicr’deki binaların Semud’a değil, Nabatlılara
ait olduğunu iddia ederler. Halbuki Nabatlılar,
Semud halkından öğrenip bu san’atı mükemmel
duruma ulaştırmış olabilirler.
159
– Ama senin Rabbin
aziz ve rahîmdir (mutlak galiptir, geniş merhamet
sahibidir).
160
– Lût halkı
da elçi yalancı saydı.
161-164
– Kardeşleri Lût
onlara şöyle dedi: “Hâla inkâr ve isyandan sakınmayacak
mısınız?
Bilin ki
ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.
Öyleyse
Allah’a karşı gelmekten sakının da
bana itaat edin.
Bu
hizmetten ötürü sizden hiç bir ücret istemiyorum.
Benim ücretimi
verecek olan ancak Rabbülalemindir. [7,80-84;
11,74-83; 15,57-77; 29,28-35]
165,166
– Neden siz bütün
insanlardan sadece erkeklere şehvetle varıyorsunuz?
Neden
Rabbinizin sizin için yarattığı eşlerinizi
bırakıp da bu işi yapıyorsunuz?
Siz
hakikaten iyice azmış bir toplumsunuz.”
167
– “Bizi dinle Lût!”
dediler, “bu söylediklerine son vermezsen mutlaka
yurt dışına sürüleceksin. [7,82]
168-169
– “Ben” dedi,
“sizin yaptığınız bu işten
nefret ediyorum.
“Beni ve
bana tâbi olanları, onların yaptıkları
kötülüğün cezasından
ve onların
her türlü şerrinden Sen kurtar ya Rabbi!”
170
– Biz de onu ve ona
uyanları tamamen kurtardık.
171
– Yalnız bir
koca karı geride kalıp helâk edilenler arasında
oldu.
172
– Sonra
geridekileri hep imhâ ettik.
Lut
halkının başına inen azap
Tevrat’ta ve antik dönemden kalan eserlerde de yer alır.
Ayrıca, bazı tarihî ve arkeolojik araştırmalar
da olayı tesbit etmektedir. Olay Lût Gölü (Ölü
Deniz) civarında, M. Ö. yaklaşık 1900 sıralarında
vaki olmuştur. Bu vadide Lut kavminin yaşadığı
Sodom şehrinin yanısıra Gomore, Adma,
Zebuyem kentleri de vardı.
173
– Üzerlerine öyle
helâk eden bir yağmur yağdırdık ki
sorma!
Uyarılanların
başına yağan musîbet ne fena idi!
174
– Elbette bunda alınacak
ibret vardır. Fakat onların ekserisi ders alıp
da iman etmezler.
175
– Ama Senin Rabbin
aziz ve rahîmdir (mutlak galiptir, geniş merhamet
sahibidir).
176 –
Eyke halkı da resulleri yalancı saydı.
Eyke
ile Medyen bazı müfessirlere göre aynı, bazılarına
göre ise iki ayrı kavim idi. Muhtemelen bunlar aynı
ırkın iki kolu idiler. Hz. İbrâhim’in
oğlu Medyen’e nisbet edilen bu halk, Hicaz’ın
kuzeyinden itibaren Filistin’in güneyine kadar çeşitli
yerleşim merkezleri kurmuşlardı.
177-180
– Şuayb onlara
şöyle dedi: “Hâla inkâr ve isyandan sakınmayacak
mısınız?
Ben size gönderilmiş
güvenilir bir elçiyim.
Öyleyse
Allah’a karşı gelmekten sakının da
bana itaat edin.
Bu
hizmetten ötürü sizden hiçbir ücret istemiyorum.
Benim ücretimi
verecek olan, ancak Rabbülâlemindir.”
181
– Ölçeği, tam
ölçün de eksik ölçüp hak yiyenlerden olmayın.
182-183
– Doğru terazi
ile tartın, halkın hakkından bir şey
kısmayın.
Ülkede
bozgunculuk yaparak nizamı bozmayın.
184
– “Sizi de sizden
önceki nesilleri de yaratan Rabbinize karşı
gelmekten sakının.”
185
– “Sen” dediler,
“bir sihirin etkisine kapılmışsın.
186
– Bize hiç bir üstünlüğün
yok, sen de bizim gibi bir insansın.
Doğrusu,
biz seni yalancılardan sanıyoruz.
187
– Eğer
peygamberlik iddiasında doğru isen haydi gökten
üstümüze bir parça düşür, üstümüze azap
indir.” [17,92; 8,32]
188
– Şuayb:
“Rabbim sizin yaptıklarınızı çok
iyi biliyor.” dedi. [7,88;
11,87]
189
– Yine de onu yalancı
saydılar. Bunun üzerine o gölge gününün azabı
onları bastırıverdi. Gerçekten o müthiş
bir günün azabı idi.
Rivayete
göre Allah onlara yedi gün ve sekiz gece süren şiddetli
bir sıcak verdi. Evlere sığınıp,
sonra ovaya çıkmaya mecbur kaldılar. Gölgeleyen
bir bulutun altında toplandılar. O gölgelik
bir ateş halinde üzerlerine düşüp hepsini
yiyip bitirdi.
190
– Elbette bunda alınacak
ibret vardır.
Fakat onların
ekserisi ders alıp da iman etmezler.
191
– Ama Senin Rabbin
aziz ve rahîmdir (mutlak galiptir, geniş rahmet
sahibidir).
192
– Elbette bu Kur’ân
Rabbülâleminin indirdiği bir kitaptır.
193-195
– Onu Rûhu’l-emin,
uyaran nebîlerden
olman için, senin kalbine açık ve vazıh
bir Arapça ile indirmiştir. [2,97]
196
– Bu Kur’ân’a,
elbette öncekilerin kitaplarında da işaret
edilmişti. [7,157]
Maksat
şudur: “Bu zikir, bu vahiy ve bu ilahî emirler,
daha önce gönderilmiş ilahî kitaplarda da vardır.
Bunların hiçbiri ilk olarak Kur’ân’da yer almış
değildir.
197
– İsrailoğullarından
bilginlerin onu bilmeleri, onlar için bir delil değil
midir?
198-199
– Eğer Biz
Kur’ân’ı arap olmayanlardan birine indirseydik
de O’nu kendilerine okusaydı, yine de ona iman
etmezlerdi. [15,14-15;
10,96-97]
Hz.
Peygamberin karşılaştığı
inatçı inkârın bir şekli de şu idi:
“O’nun getirdiği mesaj Arapçadır. Kendisi
de Arap olduğu için bunu kendisinin hazırladığı
söylenebilir. Şayet kendisinin de, bizim de
bilmediğimiz bir dilden olsaydı ona
inanabilirdik.” Oysa Allah onların dediği
gibi yapsaydı, bu sefer şöyle diyeceklerdi.
“Bu yabancıyı cin tutmuş! Başka
izahı yok!” Allah Teâla onlara cevaben kolaylıkla
anlamaları için kendi dillerinde gönderildiğini
bildirmiştir [44,58]. Fakat onlar bunu anlamazlıktan
gelmişlerdir.
Aslında
Arapça dışında bir dil ile gönderilseydi,
yine onlar: “Şu tuhaflığa bakın:
Arap milletinden bir resul gönderilmiş, ama ona öyle
bir mesaj verilmiş ki ne kendisi anlıyor, ne
de halkı!” (Krş. 41,44). Allah onların
çaresizlik içindeki son bahanelerini, daha doğrusu
sayıklamalarını da cevaplandırmıştır:
“Vahyi gökten kağıtlar halinde indirsek,
onlar da elleriyle tutsalar dahi bu sefer de: “Bu bir
büyüden ibaret, gerçek olamaz!” derlerdi [6,7].
200-201
– İşte
aynen bunun gibi, Biz o yalanlamayı o mücrimlerin
kalplerine öyle bir soktuk ki, o can yakıcı
azaba girmedikçe ona iman etmezler.
202
– İşte bu
azap, kendilerine ansızın gelir ki, onlar hiç
farkında olmazlar.
203
– İşte o
zaman: “Acaba, bize, azıcık olsun, bir mühlet
verilir mi” derler.
[14,44; 40,84-85]
204
– Hâla, onlar Bizim
azabımızın çarçabuk gelmesini mi
istiyorlar. [29,29-53]
205-207
– Ne dersin: Onları
yıllarca yaşatsak da, sonra tehdit edildikleri
o azap başlarına gelse, onca seneler yaşayıp
zevklenmeleri kendilerini kurtarabilir mi?
[2,96; 92,11]
208
– Biz hiç bir ülkeyi,
uyarıcıları gelmeden imha etmedik.
[17,15; 28,59]
209
– Öğüt ve hatırlatmada
bulunulmuştur. Biz hiçbir zaman zalim olmadık.
210
– Kur’ân’ı
asla şeytanlar indirmiş değildir.
211
– Bu, onların
yapacağı iş değildir! Hem isteseler
de buna güçleri yetmez!
212
– Çünkü onlar
vahyi işitmekten kesinlikle menedilmişlerdir.
[72,8-10]
213
– Öyleyse sakın,
Allah ile beraber başka tanrıya yalvarma,
sonra azaba mâruz kalanlardan olursun. [36,6;
6,92; 51,19,97; 11,17]
214
– Önce en yakın
akrabalarını uyar.
Bu
emir, İslâm’ın bir prensibini ortaya
koymaktadır: Peygamber ve ailesi için hiç bir ayrıcalık
yoktur. Hatta yükümlülükler önce onlardan başlamaktadır:
Zekat diğer müslümanlara düşerken,
Peygamber ailesine haramdır. İlk kaldırılan
faiz, Hz. Peygamberin amcası Abbas (r.a) ınki
olmuştur. Faraza suç işlemeleri halinde
Peygamber hanımlarının cezası iki
misli olarak belirlenmiştir. [33,30]
215
– Sana tâbi olan müminlere
kol kanat ger.
216
– Bununla beraber
akrabalarından sana isyan edenlere “Ben sizin
yaptıklarınızdan beriyim” de.
217
– Sen o aziz-u rahîme
(o mutlak galip ve geniş rahmet sahibine) güvenip
dayan.
218-220
– Sen yolunda kaim
olurken, namaza dururken de, O seni elbette görüyor.
Secde edenler, ibadet edenler arasında dolaşmalarını
da görüyor. Çünkü her şeyi hakkıyla işiten,
hakkıyla bilen O’dur. [5,67;
52,48]
221
– (Şeytanlardan
bahsediyorlar) şeytanların asıl kime indiğini
bildireyim mi?
222 –
Onlar yalan ve
iftiraya, günaha düşkün kimselere inerler.
223
– Çünkü o iftiracılar
şeytanlara kulak verirler, esasen onların çoğu
yalancıdırlar.
Yalancı,
iftiracı kâhinler, bilgileri noksan olduğundan,
onlardan birtakım vehimler, emareler öğrenirler,
sonra hayalhanelerinden gerçeğe uymayan hürafeler
çıkarırlar, uydurdukları yalanları
söylerler. Hadis-i Şerifte: “Cinnî, gayb
aleminden bir kelime kapar, sonra onu insanlardan olan
dostunun kulağına koyar, o da yüz yalan ilave
ederek onu söyler.” bildirilmiştir. “Yulkûne” nin faili, yani “dinleme işini yapanlar” şeytanlar
da olabilir. Yani onlar mele-i a’lâya kulak vermeye
çalışırlar.
224
– Şairler var
ya, bunların peşine de sapkınlarla çapkınlar
düşer!
225-226
– Görmez misin
onlar her vadide sözcüklerin, hayallerin peşinde
dolaşır ve yapmayacakları şeyleri söylerler.
[36,69; 69,41]
227
– Ancak iman edip, güzel
ve makbul işler yapanlar, Allah’ı çok
zikredip ananlar ve zulme mâruz kaldıktan sonra
haklarını savunanlar müstesna.
Zalimler de
nasıl bir ınkılab ile devrileceklerini,
yakında öğrenirler. [40,52]
Cahiliye
dönemi arap şiirinde şehvet, intikam, ırkçılık
gibi duygular hakim olup fazilet temaları az yer
alırdı. Onun için Hz. Peygamber, genellikle
şiir karşısında olumsuz bir tavır
takınmıştır. Fakat bu arada bazan
şiir dinlemiş, bir keresinde: “Bazı şiirler
hikmet doludur” buyurmuştur. Ümeyye b. Ebi’s-Salt
hakkında: “Şiiri iman etti, ama kendisi kâfirdir”
demiştir. Bu olumlu tavır 227. ayetin istisnasının
tefsiri kabilindedir. Bu ayet: 1. İman,
2. Makbul işler işleme, 3. Allah’ı
sık sık hatırlama, 4 - Şahsi hislerle
hareket etmeyip kamunun haklarını savunma
şartları ile şiiri mübah kılmıştır.
Bu itibarla Hz. Peygamber (a.s.) Kâb b. Mâlik, Hassan
b. Sâbit gibi şairleri övmüştür.
|