KUR'AN-I KERİM İNDEKS
3 – ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ (1-100)
Medinede
indirilmiş olup 200 âyet’tir. 33. âyet’inde
geçen Âl-i İmran, sûreye adını vermiştir.
İmrân, Hz. Meryem (a.s.)’ın babasının
adı olup peygamberlik ve hikmet ocaklarından
olan bir ailenin esasıdır. Bu sûrenin hâkim
konusu bu ailenin temsil ettiği nübüvvet, Hz. Îsâ
(a.s.) ve Hıristiyanlıktır. Tevrat,
İncîl ve Kur’ân’ın aynı ilahî
kaynaktan geldiği, bu kitapların müteşabih
âyet’ler de ihtiva ettiği, fakat bunların
din esaslarına zarar vermeyecek tarzda tefsir
edilmesi gerektiği vurgulanır. Özellikle Hıristiyanlığın,
bazı müteşabih, mecazî, kelimelerin yanlış
tefsirine dayandığına ima edilir. Nübüvvetin
esasının tevhid olduğu, bu esas üzere
dinlerin şirk unsurlarından temizlenmesi
gerektiği bildirilir. Ehl-i kitap diyaloğa ve
hakka dâvet edilir. Daha sonra cihattan ve Uhud
gazvesinden bahsedilerek bu vesile ile müminlere ebedî
prensipler gösterilir. Hakkı tebliğin, onun
muvaffak ve muzaffer olmasının vesileleri hatırlatılarak
sûre sona erer.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1
– Elif, Lâm, Mîm.
2
– Allah o İlahtır
ki Kendinden başka tanrı yoktur. Hay O’dur,
kayyûm O’dur. [2,255]
el-Hay: “Her zaman var olan, diri olan ezeli ve ebedî hayat sahibi”.
el-Kayyûm: “Kendi zâtı ile var olup, zevali
olmaksızın kaim
olan ve bütün kâinatı varlıkta tutup
yöneten”
3
– Sana kitabı,
gerçeğin ta kendisi ve daha önce indirilen
kitapları tasdik edici olarak indiren O’dur.
Bundan önce de, insanlara doğru yolu göstermek için
Tevrat ve İncîl’i indirmişti. [2,41]
Âyet’teki
bi’l-hakk: Gerçeğin ta kendisi, gerçek ile,
yani akıl, adalet, doğruluk gereklerine uygun,
gerçeğe mutabık olarak, gerçek bir gaye ile
gönderdi demektir. Maksat şunu belirtmektir.
Kur’ân, hakikatin, aklın ve adaletin icaplarını,
insanlığın ihtiyaçlarını karşılamak
üzere gönderilmiştir.
4
– Eğriyi doğrudan,
hakkı batıldan ayırd eden Furkanı da
indirdi. Allah’ın âyetlerini inkâr edenlere pek
çetin bir azap vardır. Öyle ya, Allah daima azîzdir,
(mutlak galiptir, mazlumların) intikamını
alır. [2,53; 5,95;
14,47; 39,37; 32,22; 43;41; 44,16] {KM,
Tesniye 32,35; Mezmurlar 94,1; Yeremya 51,56}
Furkan: Hakkı batıldan, hayrı şerden, doğruyu eğriden
ayıran anlamında olarak Kur’ân-ı
Kerimin isimlerinden biridir.
5
– Ne yerde, ne de gökte
hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.
6
– O’dur ki
annelerinizin rahimlerinde size dilediği şekli
verir. Ondan başka tanrı yoktur. azîzdir, hakîmdir:
(mutlak galip, tam hüküm ve hikmet sahibidir). [18,37;
22,9; 40,64; 95,4] {KM,
Mezmurlar 33,15; Yeremya 1,5}
7
– Bu muazzam kitabı
sana indiren Odur. Onun âyetlerinin bir kısmı
muhkem olup bunlar Kitabın esasıdır. Âyetlerin
bir kısmı ise müteşabihtir. Kalplerinde
eğrilik olanlar sırf fitne çıkarmak,
insanları saptırmak ve kendi arzularına göre
yorumlamak için müteşabih kısmına
tutunup onlarla uğraşır dururlar. Halbuki
onların hakikatini, gerçek yorumunu Allah’tan başkası
bilemez. İlimde ileri gidenler: “Biz ona olduğu
gibi inandık. Hepsi de Rabbimizin katından
gelmiştir” derler. Bunları ancak tam akıl
sahipleri düşünüp anlar ve şöyle yalvarırlar:
[13,39; 43,4; 85,22]
8
– “Ey bizim Kerîm
Rabbimiz, bize hidâyet verdikten sonra kalplerimizi
saptırma ve katından bize bir rahmet bağışla.
Şüphesiz bağışı bol olan
Vehhab Sensin Sen!”
9
– “Sen, geleceğinde
hiç şüphe olmayan bir günde bütün insanları
bir araya toplayacaksın. Allah sözünden asla dönmez.”
Muhkem: Anlamı açık, kesin, ifade ettiği mâna tek olup,
açıklanması için başka delile ihtiyaç
olmayan demektir. Müteşabih:
Birden fazla mâna ihtimali olduğundan, anlaşılması
için başka delile ihtiyaç hissettiren, mânası
hakkında kesin bir hüküm verilemeyen âyettir.
Müteşabih,
şibh (benzerlik)
kökünden gelip mânalar birbirine benzeyip içiçe
girdiğinden şüpheye yani değişik
ihtimallere yol açmayı ifade eder. İnsanın
aklının, duyularının sınırlı
olduğunu düşünürsek, bu konumda olan insana
hitap eden ilahi kelamın müteşabihler ihtiva
etmesinin kaçınılmaz olduğu açıkça
ortaya çıkar. Müteşabih lafızlarla Yüce
Allah, insanlara tamamını kavrayamayacakları
meseleleri, teşbihlerle,
muayyen
bir nisbette, farklı seviyelere göre daha farklı
şekilde anlaşılacak tarzda bildirir. Müteşabihlerdeki
bu izafî durum, dinin değişmez gerçeklerine
zarar vermez. Zira Allah sabit gerçekler olarak, biz yükümlü
insanlardan istediği akaid, ibadet, ahlâk ve ahkâma
dair esasları muhkem âyetlerde bildirmiştir.
Müteşabihlerle ise bazı “nisbi hakîkatleri”
bildirmek istemiştir.
Beşeriyetin
konumu icabı, dünyada insan hayatında, mutlak
hakikatlerden çok nisbî hakikatler daha fazladır.
Bir kristal âvizeyi gözönüne alalım. Onun
elektrik voltajı, ampullerinin gücü değişmediği
halde, etrafında oturanlar, yerlerini hafifçe değiştirince,
farklı renkler ve ışınlar alırlar.
Bu, âvizenin taşlarının farklı açılar
verecek şekilde tıraşlanmasından
ileri gelir. İşte Allah Teâla, mahdut lafızlarla,
tükenmek bilmeyen mânaları, farklı
seviyelerde, kıyamete kadar gelecek bütün insanlığa
anlatmak, onları kitabı üzerinde düşündürmek
için birçok müteşabih âyet göndermiştir.
Bu kaçınılmaz durum, bir zaruretten ileri
gelmiştir. Fakat unutmamak gerekir ki teşabüh
ve teşbih ile olan benzetmelerde, benzetilen ile
kendisine benzetilen arasında bütün yönlerden
bir benzerlik aranmaz. Çeşitli yönlerden sadece
biri ile olan bir benzerlik dahi, benzetmenin geçerli
sayılması için yeterli sayılır.
Demek ki müteşabihler hakikî müteşabih ve
izâfî müteşabih kısımlarına ayrılır.
Bütün çeşitlerinde, müteşabihler bir çok
mânalar ifade ederler. Onun içindir ki tefsirlerde çok
mânalar verilmiştir. Fakat kesin mânası,
Allah’ın ilmine havale edilir.
10
– Dini inkâr
edenlerin ne malları ne de evlatları, müstahak
olmaları sebebiyle Allah’ın vereceği
cezayı önlemede, kendilerine asla fayda veremezler.
İşte onlar cehennemin yakıtıdırlar.
[2,24]
11
– Tıpkı
Firavun’un ve onlardan daha öncekilerin gidişi
gibi. Onlar, âyetlerimizi yalanladılar, Allah da
kendilerini cürümleri sebebiyle kıskıvrak
yakaladı. Allah’ın cezası pek şiddetlidir.
12
– İnkâr
edenlere de ki: “Siz mağlup olacak, haşredilip
toplanacak ve cehenneme sürüleceksiniz.” Orası
ne fena bir yataktır!
13
– Birbiriyle karşılaşan
iki toplulukta size büyük bir ibret vardı:
Bunlardan biri Allah yolunda vuruşuyordu. Diğeri
ise kâfir idi. O kâfirler müslümanları, bizzat
gözleriyle kendilerinin iki misli görüyorlardı.
Allah, dilediği kimseleri nusratıyla destekler.
Elbette bunda görecek gözleri olanlar için alınacak
ibret vardır. [8,43]
Burada
iki ihtimal vardır: 1. Kâfirler, müminleri
kendilerinin iki misli görüyorlardı. 2. Mü’minler
kâfirleri, kendilerinin iki misli görüyorlardı.
Allah böyle yapmakla kâfirlerin müminlerle savaşmalarını
önlemek istiyordu. Meali, daha kuvvetli olan birinci
tefsire göre verdik.
14
– Kadınlar, oğullar,
yığın yığın biriktirilmiş
altın ve gümüş, güzel cins atlar, davarlar
ve ekinler gibi nefsin hoşuna giden şeyler
insanlara cazip gelmektedir. Bunlar dünya hayatının
geçici bir metaından ibarettir. Asıl varılacak
güzel yer ise, Allah’ın katındadır. [13,29;
38,25. 40.49]
Bu
âyette zikredilen sınıflar meşrû
nimetlerdir. Fakat gayr-i meşrû tarafa da sebep
olma ihtimali vardır. Meşrû durumda bunları
süsleyip cazip gösteren Allah Teâladır. Gayri meşrû
olarak süsleyen ise, şeytan ve beşerin
cehaletidir. Fena sayıp kınama bu itibarladır.
Bu iştah çekici şeyler, dünya hayatını
devam ettirmek ve geçip Allah’a gitmek için birer
araç olarak verilmişken bunları amaç haline
getirmek, Allah katındaki güzel mevkii kaybetmek,
büyük ahmaklıktır. Zira böyle yapanlar
hayatlarının önemli bir kısmını
o zevkleri elde etme hırsı ile yanıp tutuşarak
geçirirler. Sonra da onlardan ayrılıp mahrum
kalmanın acısını çekerler.
15
– De ki:
“Size, ihtirasla istediğiniz o şeylerden çok
daha iyisini bildireyim mi? İşte Allah’a karşı
gelmekten sakınan müttakiler için Rab’leri
nezdinde içinden ırmaklar akan cennetler olup,
kendileri orada ebedi kalacaklardır. Hem orada
onlara tertemiz eşler ve hepsinin de üstünde
Allah’ın rızası vardır. Allah bütün
kullarını hakkıyla görmektedir. [24,32]
16
– O müttakiler:
“Ey bizim Ulu Rabbimiz, biz iman ettik, günahlarımızı
bağışla ve bizi cehennem azabından
koru!” diye yalvarırlar.
17
– Onlar sabırlı,
imanlarında sadık ve samimi, Allah’ın
huzurunda itaatla divan duran, mallarını hayırda
harcayan, seher vakitlerinde Allah’tan af dileyen müminlerdir.
Bu
din ve bu dindarlık, bu niyazlar, bu sığınmalar,
boş bir iddia, şunun bunun karşı çıkmasıyla
zayıf düşecek bir dâva değil, şahitli
ve belgeli bir hakikattir. İşte en başta
gelen dayanağı, en büyük şahidi ve en
kuvvetli delili Allah’tır.
18
– Allah’tan başka
tanrı bulunmadığına şahid
bizzat Allah’tır.
Bütün
melekler, hak ve adaletten ayrılmayan ilim adamları
da bu gerçeğe, aziz ve hakîm (mutlak galip, tam hüküm
ve hikmet sahibi) Allah’tan başka tanrı
olmadığına şahittirler.
Gerçek
şahit, Allah’tır. Ondan başka hiçbir
âlim, ne kendisine, ne de başka varlıklara
tamamen şahit değildir. İnsan bilgisinde
varlıkların kendilerine uygunlukları izafî,
eksik ve sadece muayyen bir yöndendir. İnsanın
gerek kendisinde, gerek diğer varlıklarda gerçekten
bilebildiği şeyler, Hakk’ın şahitliğini,
doğrudan doğruya veya dolaylı olarak
sezebildiği yönlerdir. Mesela: “Güneş vardır”
diyen bir şahit bile, aslında, kendisi ile
şahitlik ettiği güneş arasında Hak
Teâlanın koyduğu ölçüye uymaktan başka
bir şey yapmış değildir.
19
– Allah katında
hak din, İslâmdır.
O Ehl-i
kitabın ihtilafları, kendilerine gerçeği
bildiren ilim geldikten sonra, sırf aralarındaki
haset ve ihtiras yüzünden olmuştur. Allah’ın
âyetlerini inkâr edenler bilsinler ki,
Allah onların
hesabını çabuk görür. [2,112]
İslâm
üç anlama gelir:
1.
İtaat edip boyun eğmek. 2. Silm’e, yani barışa
girmek, selâmete kavuşmak. 3. İbadette tam
samimi olmak, ihlas ile hareket etmek.
20
– Buna karşı
seninle münakaşaya kalkışanlara de ki:
“Ben yüzümü,
özümü Allah’a teslim ettim. Bana bağlı
olanlar da O’na teslim oldular.”
O Ehl-i
kitapla, kitap ehli olmayan ümmîlere (müşriklere)
de ki: “Siz de teslim olup müslüman olmaya var mısınız?”
Eğer
hakka teslim olup İslâma girerlerse doğru
yolu bulmuş olurlar.
Yok, eğer
yüz çevirirlerse, sana düşen görev, sadece hakkı
tebliğdir. Allah kullarını hakkıyla
görür.
Bu
âyet, Kur’ân’ın bütün insanlığa
hitap eden evrensel bir tebliğ olduğunu gösterir.
Zira buradaki tasnifin
dışında insan topluluğu yoktur.
Ehl-i kitap: Hıristiyanlar, Yahudiler gibi kutsal
semâvi kitapları olanlar; ümmîler ise: genel
olarak müşrikler ve arap müşrikleri gibi
kitapsız dinlere mensup olanlardır. Ayırım
Arap - Arap olmayan tarzında değil, böyle pek
kapsamlı bir tasnif ile yapılmıştır.
21
– Allah’ın
âyetlerini inkâr edenleri, nâhak yere peygamberleri
öldürenleri, adaleti isteyip yaymak isteyenlerin
canlarına kıyanları, can yakıcı
bir ceza ile müjdele!
22
– İşte
onların bütün yaptıkları, dünyada da,
âhiret’te de boşa gitmiştir. Kendilerini bu
halden kurtaracak hiç bir yardımcıları
da yoktur onların.
23
– Baksana o
kendilerine kitaptan bir pay verilenlere!
Aralarında
hakem olması için Allah’ın kitabına dâvet
ediliyorlar da, sonra onlardan bir grup yüzçevirerek dönüp
gidiyorlar.
Burada
şu hâdiseye işaret edilmektedir: Yahudilerden,
soylu aileye mensup bir erkekle bir kadın zina etmişlerdi.
Kendi şeriatlarına göre recmetmeleri
gerekiyordu. Onları kurtarma ümidiyle, daha hafif
bir ceza verir düşüncesiyle dâvayı Hz.
Peygamber (a.s.)’a getirince o da recim hükmünü
verdi. Kabul etmeyip “Bize göre cezaları yüzlerine
kara çalıp dolaştırmaktır”
dediler. Hz. Peygamber Tevrat’ı getirip okumalarını
istedi. Gerçek ortaya çıkınca Tevrat’a göre
recmedildiler.
24
– Bunun sebebi
onların: “Cehennem ateşi bize sayılı
günler dışında asla dokunmayacaktır”
iddialarıdır.
Uydurdukları
bu gibi şeyler, dinleri hakkında kendilerini
aldatmıştır. [2,80]
25
– Gerçekleşeceğinden
hiçbir şüphe bulunmayan o kıyamet gününde,
kendilerini bir araya topladığımız
ve her
şahsa, yaptığının karşılığının
tam verilip, asla haksızlığa uğratılmadığı
o gün gelince halleri ne olacak? [2,279]
26
– De ki: “Ey mülk
ve hakimiyet sahibi Allah’ım!” Sen mülkü
dilediğine verir, dilediğinden onu çeker alırsın.
Dilediğini
aziz dilediğini, zelil kılarsın.
Her türlü
hayır yalnız Senin elindedir.
Sen elbette
her şeye kadirsin.
27
– Geceyi gündüze
katar günü uzatırsın, gündüzü geceye
katar geceyi uzatırsın.
Ölüden
diri, diriden ölü çıkarırsın.
Sen dilediğin
kimseye sayısız rızıklar verirsin.”
[6,95; 10,31; 30,19]
28
– Müminler, müminleri
bırakıp, kâfirleri velî edinmesinler.
Kim böyle
yaparsa, Allah ile ilişiğini kesmiş olur.
Ancak onlar
tarafından gelebilecek bir tehlike olursa başka!
Allah sizi,
kendisine isyan etmekten sakındırır.
Dönüş
yalnız Allah’adır.
Velî:
Hâmi, koruyucu, dost, yönetici, bir kimsenin işlerini
deruhde eden, destekleyip yardım eden anlamlarına
gelir. Yasaklanan dostluk, kâfirlere gönülden bağlanmak,
müminleri bırakıp onlara sevgi beslemektir.
Bu, müslüman yöneticilerin, diğer müslümanların
aleyhine olmamak şartıyla, kâfirlerle anlaşma
imzalamalarına ve meşrû maksadlarda işbirliği
yapmalarına mani değildir.
29
– De ki: “İçinizdekini
gizleseniz de, açıklasanız da mutlaka Allah
onu bilir.
Bütün göklerde
ve yerde olanları da bilir. Allah, her şeye
kadirdir.” {KM, Vahiy
2,23}
30
– Gün gelecek, her
kişi gerek hayır olarak, gerek kötülük
olarak ne işlemişse, hepsini önünde bulacak.
Yaptığı
kötülükten bucak bucak kaçmak isteyecek.
Allah sizi,
Zatına karşı gelmekten sakındırır.
Doğrusu
Allah kullarına karşı pek şefkatlidir.
31
– Ey Resûlüm, de
ki: “Ey insanlar, eğer Allah’ı seviyorsanız,
gelin bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın. Allah gafurdur, rahimdir
(çok affedicidir, engin merhamet ve ihsan sahibidir).
Allah’ı
sevmek, insanın yaratılışının
en yüce hedefidir. Dolayısıyla İslâm’ın
insanları kendisine doğru sevkettiği en yüksek
gayedir. Bu âyet şu kesin kıyası içeriyor:
“Eğer Allah’ı seviyorsanız, Habîbullaha
uyacaksınız. Ona uyulmazsa demek ki Allah’ı
sevmiyorsunuz” Bunun zıddı şudur:
“Ben Allah’ı severim, ama emrini dinlemem,
O’nun sevdiğini sevmem. O’nu sevenleri, O’nun
yolunu gösterenleri, O’nun seçip gönderdiklerini
sevmem” demektir ki, bu da: “Ben, kendimden başka
hiçbir şeyi sevmem; tevhid yolunda yürümek
istemem” demektir.
Bu
kâinatı kudret, kemâl ve cemâlinin
tecellileriyle böylesine güzel yaratan, bunca
nimetleriyle kullarına lütuflarda bulunan Allah,
elbette onlardan bir teşekkür bekler. Elbette,
insanlar içinde en seçkin birini onlara rehber ve mükemmel
bir örnek yapar. Böylece ondaki güzelliklerin, öbür
insanlara da yansımasını ister.
32
– De ki:
“Allah’a ve Resûlullaha itaat ediniz.
Şayet
yüzçevirirlerse, bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.”
[3,132; 8,1.20.46; 58,13]
{KM, Luka 10,16}
33-34
– Gerçek şu
ki Allah Âdem’i, Nûh’u, İbrâhim ailesi ile
İmran ailesini, birbirinden gelen tek zürriyet
halinde bütün insanlardan süzüp onlara üstün kılmıştır.
Allah semî’dir,
alîmdir (herşeyi hakkıyla işitir, mükemmel
tarzda bilir). [2,47; 66,12]
{KM, Çıkış
2,1; 6,20; 15,20}
Bu
ailelerden maksat, onların neslinden gelen
peygamberlerdir.
Âl: yakınlıkta ve tutulan yolda herhangi bir insana mensup
olan kimseler, “âile, hanedan” demektir. Âl-i
İbrâhim, 2,124 gereğince ilahî ahdin içinde
olanlar, onun zalim olmayan nesli ve özellikle Hz.
Muhammed Mustafa (a.s.m) dır. İmran ise: Hz.
Îsâ’nın anne tarafından dedesi, yani Hz.
Meryem’in babasıdır.
35
– Hani bir vakit
İmran’ın hanımı şöyle demişti:
“Ya Rabbî, karnımda taşıdığım
çocuğumu sana adadım, her türlü bağdan
âzade olarak senin yoluna hizmet edecektir.
Adağımı
lütfen kabul buyur. Şüphesiz (duaları işiten,
niyetleri bilen) semî ve alîm yalnız Sen’sin!”
36
– Derken onu doğurunca
da: “Ya Rabbî, dedi, ben bir kız doğurdum.
-Zaten
Allah ne doğurduğunu pek iyi biliyordu-, erkek
evlat, elbette kız gibi değildir.
Ben onun adını
Meryem koydum. Onu da, onun neslinden gelecekleri de o
mel’un şeytanın şerrinden korumanı
niyaz ediyorum.”
37
– Rabbi onu güzellikle
kabul buyurdu ve pek güzel bir tarzda yetiştirdi.
Onu
Zekeriyya’nın eğitim ve himayesine verdi.
Zekeriyya
onun yanına Mâbede ne zaman girse beraberinde
yiyecekler bulurdu.
“Meryem!
Bu yiyecekleri nereden buluyorsun!” deyince de o:
“Bunlar Allah tarafından gönderiliyor. Muhakkak
ki Allah dilediğine sayısız rızıklar
verir.” derdi.
Mâbed: Âyette mihrab diye geçer. Mâbedin ön tarafında ibadet
esnasında imamın durduğu yere denir.
Zikr-i cüz irade-i kül (bir bütünün, parçasını
söyleyerek tamamını kasdetme) kabilinden
mescid ve mabed hakkında da kullanılabilir.
Burada maksat, mâbedde merdivenle çıkılan
bir mahfel olmalıdır. Hz. Meryem’e rızık
geldiğini bildiren bu âyet, kerâmetin hak olduğuna
delil teşkil etmektedir.
38
– İşte o
sırada Zekeriyya Rabbine niyaz edip “Ya Rabbî,
dedi, bana Senin tarafından tertemiz, hayırlı
zürriyet ihsan eyle.
Şüphesiz
ki Sen duaları işitip icabet edersin.”
Bu
Zekeriyya (a.s.) ile, Tevrat ekinde (Eski Ahid Kitapları
arasında) kendisine bu isimde Zekarya kitabı
atfedilen zat arasında hiçbir ilişki yoktur.
39
– Zekeriyya
mihrabta namaz kılmakta iken melekler kendisine
seslenip: “Allah sana, Allah’tan bir kelimeyi tasdik
edecek, hem efendi, hem gayet zahid, hem peygamber
olacak olan Yahya’yı müjdeler” dediler. [3,45;
4,171]
Müfessirlerin
ekseriyetine göre kelimeden maksat, Hz. Îsâ (a.s.) dır.
Kün (ol) emri ve kelimesiyle, babasız olarak yaratıldığı
için böyle denilmiştir. Bununla beraber başka
yorumlar da vardır.
40
– O: “Ya Rabbî,
dedi, nasıl benim çocuğum olabilir ki
ihtiyarlık başıma çökmüş, hanımım
ise kısır hale gelmiştir?”
Allah: “Böyle
de olsa, Allah dilediğini yapar” buyurdu.
41
– O: “Ya Rabbî,
bana oğlum olacağına dair bir alâmet
bildirir misin?” deyince, Allah: “Senin işaretin
şudur:
“Üç gün
müddetle halkla işaretleşme dışında
konuşmayacaksın. Rabbini çok çok zikret,
sabah akşam onu tesbih ve tenzih et!” buyurdu. {KM,
Luka 1,20}
42
– Hani Melekler
dediler ki: “Meryem! Muhakkak ki Allah seni seçti.
Seni tertemiz kıldı hatta seni dünyadaki bütün
kadınlara üstün kıldı. [7,144]
{KM, Hakimler 5,24. Luka 1,42.28}
Onun
devrindeki kadınlardan üstün olduğunu gösterir.
43
– “Meryem! Saygı
dolu bir gönülle huzurunda durup Rabbine ibadet et,
secdeye kapan ve rükû edenlerle beraber rükû et.”
44
– İşte
bunlar gayb kabîlinden haberler olup onları Biz
sana vahyediyoruz.
Yoksa onlar
Meryemi kimin himaye edeceğine dair kur’a çekerlerken
ve birbirleriyle tartışırlarken sen
yanlarında bulunmuyordun. [11,49;
12,102]
Bu
âyet, Kur’ân’ın vahyedilmesinden önce, bu
hadiselerin Hz. Peygamber (a.s.) ve kavmi tarafından
bilinmediğini açıkça göstermektedir.
45
– Gün geldi,
melekler ona: “Meryem! Allah, Kendisi tarafından
bir kelime vereceğini sana müjdeliyor.
Adı Îsâ,
lakabı Mesih, sıfatı Meryem oğludur.
Dünyada da
âhirette de itibarlı, Allah’a en yakın
kullardan olacaktır. {KM,
Luka 1,26-38; Matta 1,16; Yuhanna 1,41}
Ağızdan
çıkan mânalı bir ses veya kitapta yazılı
mânalı yazı kelime olduğu gibi, âleme
bakıldığı zaman, bakışta
seçkinleşen ve gözden gönüle geçip duygu
tesiri altında az çok bir mâna telkin eden varlıklar
ve görünen yaratıklar da birer kelimedirler ki
Hz. Îsâ (a.s.) bunlardan biri idi ve Meryem’e böyle
bir te’sir ile gelmişti. Îsâ, Allah’tan bir
kelimedir, fakat kelimelerin tümü değildir.
Allah’tan bir kelimeye, “Allah’ın bir
kelimesi” denebilirse de “Allah” denemez.
46
– Beşiğinde
de, yetişkinliğinde de insanlara hitap edip
onlarla konuşacak, salih insanlardan olacaktır.
[5,110; 19,29] {KM,
Matta 21, 16}
47
– Meryem: “Ya
Rabbî, bana hiçbir erkek eli değmediği halde
nasıl olur da çocuğum olabilir?” deyince,
Allah şöyle buyurdu:
“Öyle de
olsa, Allah dilediğini yaratır; Zira O, bir
şeyin var olmasına hüküm verince sadece
“ol” der, o da derhal oluverir.” [2,117;
3,59; 19,35] {KM,
Luka 1,34}
48-49
– (Melekler Hz. Îsâ
hakkında Meryem ile konuşurken onun şu sıfatlarını
da ilave ettiler:)
“Allah
ona kitabı (yazmayı), hikmeti, Tevrat ve
İncîl’i öğretecektir.
Onu İsrailoğullarına
resul olarak gönderecek, o da onlara şöyle
diyecektir: “Size Rabbiniz tarafından bir mûcizeyle
gönderildim:
Ben size çamurdan
kuş şekline benzer bir şey yapar içine
üflerim, o da Allah’ın izniyle hemen kuş
oluverir.
Keza ben
anadan doğma körü ve abraşı iyileştirir,
hatta Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim.
Evlerinizde
ne yediğinizi ve biriktirip sakladıklarınızı
da bilirim.
Eğer
inanmaya niyetiniz varsa, elbette bunlarda sizin için
alacak dersler vardır. [5,110]
{KM,
Markos 7,32-35; Matta 15,30; 8,1-3; Luka 17,12-14}
Burada
kitab,
“kitabet, yazı yazmak” anlamında masdardır.
Demek ki Hz. Îsâ yazı yazmasını bilir
bir bilgin idi.
50
– Keza ben, benden
önceki Tevrat’ı tasdik etmek ve size (Mûsâ
Şerîatinde) haram kılınan bazı
şeyleri mübah kılmak için geldim.
Doğrusu
ben size Rabbiniz tarafından bir mûcize getirdim.
Öyleyse
Allah’a karşı gelmekten sakının da
bana itaat edin.” [43,63]
{KM, Matta 5,17; 15,20}
Hz.
Mûsâ (a.s.) dan sonra gelen Benî İsrail
peygamberleri, esas itibariyle onun şeriatını
uygularlar. Ancak tâli meselelerde, zamanın ihtiyaçlarını
gözönünde bulundururlardı. Hz. Îsâ da böyle
yapmıştı.
51
– Şüphe yok ki
Allah hem sizin, hem de benim Rabbimdir. Öyleyse, yalnız
O’na ibadet edin. İşte doğru yol budur.
{KM, Yuhanna 20,17; 4,23-24}
52
– Ne zaman ki Îsâ
onların inkârlarında ısrar ettiklerini
hissetti, “Allah’a giden yolda bana yardım
edecek kim var?” dedi.
Havâriler:
“Allah yolunda yardımcılar biziz. Biz
Allah’a iman ettik. Ey Îsâ, bizim müslüman olup
Allah’a itaat ettiğimize sen de şahid ol!”
[5, 111-112; 61,14] {KM,
Yuhanna 6,66-71}
Havâri:
İnsanın en seçkin, en has dostu, yardımcısı
mânasına gelir.
53
– “Ya Rabbenâ!
İndirdiğin kitaba iman edip Elçinin yolunu
tuttuk. “Sen de bizi, birliğini ve nebîlerini
tanıyan şahitlerle birlikte yaz” dediler. {KM,
Luka 24,48; Yuhanna 15,27; Resullerin işleri 1,8}
54
– Öbürleri ise
hileler yaptılar, komplolar hazırladılar.
Allah da
onların hilelerini, komplolarını boşa
çıkardı.
Allah,
hileleri boşa çıkarmakta pek güçlüdür. [8,30;
13,42; 27,50; 86,16]
55
– O zaman Allah
şöyle buyurmuştu: “Îsâ! seni öldürecek
olan, onlar değil Benim.
Seni Kendi
nezdime yükseltecek, seni inkârcıların içinden
kurtarıp temize çıkaracak ve sana tâbi
olanları ta kıyamete kadar kâfirlere üstün
kılacak olan da Benim.
Sonra
hepinizin dönüşü Bana olacak.
Ben de aranızda
ihtilaf ettiğiniz konularda hükmümü vereceğim.
[4,158; 19,56-57]
56
– Hasılı,
inkâr edenleri hem dünyada, hem âhirette şiddetli
bir azab ile cezalandıracağım.
Onları
bu azaptan kurtarabilecek yardımcılar da
bulunmayacaktır.
57
– İman edip
makbul ve güzel işler yapanların ise mükâfatlarını
tam tamına ödeyecektir. Allah zalimleri sevmez.
58
– Ey resûlüm, işte
bunlar, bu vak’alar, sana bildirdiğimiz âyetlerden
ve hikmet dolu Kur’ân’dandır.
59
– Allah yanında
Îsâ’nın durumu, aynen Âdem’in durumu gibidir.
Allah Âdem’i
topraktan yaratıp “ol” dedi, o da derhal
oluverdi.
60
– Hakikat, Rabbinin
tarafından gelir. Bunda hiçbir tereddüdün olmasın.
61
– Artık sana
bu ilim geldikten sonra, kim seninle Îsâ hakkında
tartışmaya girerse de ki:
“Haydi
gelin oğullarımızı ve oğullarınızı,
hanımlarımızı ve hanımlarınızı
ve bizzat kendimizi ve kendinizi çağırıp,
sonra da gönülden Allah’a yalvaralım da bu
konuda kim yalancı ise Allah’ın lânetinin
onların üzerine inmesini dileyelim.”
Bu
âyete “mübahele” âyeti denir. Mübahele: “Hangi
taraf yalancı ise Allah’ın ona lânet
etmesini bütün kalbiyle istemek” demektir. Hicri 9.
yılda Necran Hıristiyanlarını temsil
eden 70 kişilik heyet, başlarında dinî
ve dünyevî liderleri olarak Medineye gelip tartışmıştı.
Delilden anlamamaları karşısında Hz.
Peygamber (a.s.) mübaheleyi teklif edince, düşünmek
için mühlet istediler. Bunu kendileri için tehlikeli
bulup kabul etmediklerini bildirmek üzere Hz.
Peygamberin yanına geldiklerinde baktılar ki O
Hüseyin’i kucağına almış,
Hasan’ın elinden tutmuş, Hz. Fatıma ile
Hz. Ali’yi arkasına almış “Ben dua
edince siz de “âmin” dersiniz diyor. Hey’et başkanı
mübaheleyi kabul etmeyip cizye vererek İslâm hâkimiyeti
altında yaşamayı benimsediklerini
bildirdi. Hz. Peygamber de onlara, kendilerine verilen
hakları ve yükümlülükleri bildiren bir emanname
yazdı.
62
– İşte sözün
doğrusu budur.
Yoksa
Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur.
Allah hiç
şüphesiz azîzdir, hakîmdir. (Mutlak galip, tam hüküm
ve hikmet sahibidir).
63
– Eğer yüz çevirirlerse,
muhakkak ki Allah o fesatçıları hakkıyle
bilir.
64
– De ki: “Ey
Ehl-i kitap! Bizimle sizin aramızda birleşeceğimiz,
müşterek ve âdil şu sözde karar kılalım:
“Allah’tan
başkasına ibadet etmeyelim.
O’na hiçbir
şeyi şerik koşmayalım, kimimiz
kimimizi Allah’ın yanında rab edinmesin.”
Eğer
bu dâveti reddederlerse: “Bizim, Allah’ın
emirlerine itaat eden müminler olduğumuza şahid
olun” deyin.
Bu
dâvet, Kur’ân’ın, Hıristiyanlar başta
olarak bütün dinlere yönelttiği evrensel bir çağrıdır.
Bunda muhtelif milletlerin, farklı dinlerin, çeşitli
vicdanların temelli bir vicdanda, hak bir sözde
nasıl birleşebilecekleri ve İslâm’ın
insanlık âlemine ne kadar geniş, ne kadar açık
bir hidâyet yolu, bir hürriyet kanunu öğrettiği
görülmektedir.
65
– Ey Ehl-i kitap!
Tevrat da, İncîl de kendisinden çok sonra gönderildikleri
halde, ne diye İbrâhim hakkında iddialaşıyorsunuz?
Buna da mı
akıl erdiremiyorsunuz?
66
– Haydi diyelim ki
az çok bildiğiniz konularda tartışıyorsunuz.
Peki ne
diye hakkında bilginiz olmayan hususlarda tartışıyorsunuz?
Halbuki işin
doğrusunu Allah bilir, siz bilemezsiniz.
67
– İşte bu
konudaki gerçek şudur: İbrâhim ne Yahudi, ne
Hıristiyan değildi,
Lâkin o
batıl dinlerden uzaklaşmış, tertemiz
halis bir müslüman idi,
Ve asla müşriklerden
olmamıştı.
68
– İnsanlar içinde
İbrâhim’e en yakın olanlar, ona tâbi
olanlar,
bu
Peygamber ve bu Peygambere iman edenlerdir.
Allah müminlerin
dostudur.
69
– Ehl-i kitaptan
bir kısmı, sizi inancınızdan saptırmak
istedi.
Halbuki
onlar sadece kendilerini saptırırlar da bunun
farkına bile varmazlar.
70
– Ey Ehl-i kitap!
Siz de yanınızdaki kitaplarda doğruluğuna
tanık olup dururken, Allah’ın âyetlerini ne
diye inkâr ediyorsunuz?
71
– Ey Ehl-i kitap! Niçin
bile bile hakkı batıl ile karıştırıyor,
niçin bile
bile hakikati gizliyorsunuz?
72-73
– Ehl-i kitaptan bir
gûruh birbirlerine, şöyle dediler:
“Şu
müslümanlara indirilen Kitaba günün başlangıcında
(zahiren) iman edin, sonunda da inkâr edin,
olur ki
onlar da şüpheye düşüp dinlerinden dönerler.
Ve bir de
kendi dininize tâbi olandan başkasına sakın
ha güvenmeyin!”
Ey Resûlüm,
de ki: Doğru yol, Allah’ın yoludur”
Yine onlar
kendi aralarında: “Size verilen vahyin, başkalarına
da verildiğine
Veya
Rabbinizin huzurunda müslümanların karşı
delil getirip sizi mağlup edeceklerine inanmayın”
derler.
De ki: “Lütuf
Allah’ın elindedir, dilediğine ihsan eder.
Allah Vâsi
ve alîmdir (lütfu boldur, her şeyi hakkıyla
bilir). [57,29]
74
– Rahmetini, nübüvvetini
dilediği kuluna has kılar. Allah büyük lütuf
ve inâyet sahibidir.”
75
– Ehl-i Kitaptan öylesi
vardır ki kendisine yüklerle altın emanet bıraksan
onları sana öder.
Ama öylesi
de vardır ki, bir altın bile versen başında
dikilip durmadıkça onu sana geri vermez.
Bunun
sebebi, onların: “Ümmîler hakkında ne
yaparsak mübahtır, ondan dolayı sorumlu olmayız.”
demeleridir.
Onlar bile
bile, Allah hakkında yalan uydururlar. [3,14]
“Ümmîler”
kelimesi ile onlar burada, Yahudi olmayan ve kendi çevrelerinde
bulunan “Araplar”ı kasdediyorlardı.
76
– Hakikat öyle değil,
kim ahdini yerine getirir ve haramlardan sakınırsa,
bilsin ki Allah da o sakınanları sever.
77
– Önemsiz bir
menfaat karşılığında,
Allah’a
verdikleri ahdi ve yeminlerini bozanların âhirette
hiçbir nasipleri yoktur.
Kıyamet
günü Allah onlarla konuşmayacak.
Onların
yüzlerine bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır.
Onların
hakkı çok acı bir azaptır.
78
– Ehl-i kitaptan
bir kısmı da, aslında kitaptan olmadığı
halde,
Sizin
kitaptan zannetmeniz için,
Okurken ağızlarını
dillerini eğip bükerler (bazı kelimelerin
telaffuzunu değiştirirler).
Bir şeyler
söyleyip “Bu Allah tarafındandır” derler.
Halbuki o, Allah tarafından değildir.
Bile bile
Allah adına yalan uydururlar.
[2,75]
79
– Allah’ın
kendisine kitap, hüküm, nübüvvet verdiği hiçbir
insanın kalkıp da halka: “Allah’ın
yanısıra bana da kul olun” deme yetkisi
yoktur.
Lâkin o
insanlara: “Öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğunuz
kitap sayesinde rabbanî olun” der.
Hüküm: İlim, anlayış gücü, Allah’ın hükmünü
infaz etme yetkisi;
Rabbânî: Fakih, âlim, muallim, eğitimci, ilmi ile âmil olan kimse
demektir.
80
– Ve o size:
“Melekleri ve peygamberleri rab edinin” diye bir
emir de vermez.
Siz
Allah’a boyun eğen müslüman olduktan sonra,
Hiç kalkıp
sizin küfre sapmanızı emreder mi?
81
– Hem Allah,
vaktiyle peygamberlerden
“size
kitap ve hikmet vermemden sonra,
Sizin yanınızda
bulunan kitabı tasdik edici bir peygamber geldiğinde,
mutlaka ona inanıp yardımcı olacaksınız”
diye söz
almıştır.
Allah:
“Bunu kabul ettiniz, bu ağır yükümü sırtınıza
aldınız mı?” dediğinde onlar:
“Kabul ettik” diye kesin söz verince,
Allah Teâla:
“Siz de şahit olun, zaten Ben de sizinle beraber
şahitlik edeceğim” buyurdu. [33,7; 7,172]
Yüce
Allah bu mîsakı vahy ile almıştır.
O, gönderdiği her peygambere, Hz. Muhammed (a.s.)
ın vasıflarını bildirmiş ve ona
ulaştığı
takdirde destek verme sözü almıştır.
Ayrıca onların da kendi ümmetlerine bu gerçeği
bildirmelerini istemiştir. “Sonra size (...)
peygamber geldiğinde” hitabının asıl
muhatapları Hz. Peygamberin çağdaşı
olan Ehl-i kitaptır.
82
– Artık kim
bundan sonra haktan yüz çevirirse, işte onlar
dinden çıkmış fâsıklardır.
83
– Göklerde ve
yerde bulunan kim varsa, gerek isteyerek, gerek
istemeyerek Allah’a itaat ederken,
Hepsi döndürülüp
O’na götürülürken,
Onlar kalkıp
Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar?
84
– De ki: “Biz
Allah’a iman ettik.
Bize
indirilen vahye, İbrâhim’e, İsmâil’e
İshak’a, Yâkub’a ve torunlarına indirilen
keza Mûsâ’ya,
Îsâ’ya, hasılı bütün peygamberlere
Rableri tarafından verilen vahiylere de iman ettik.
(Peygamberlikleri
noktasında) onlar arasında hiçbir ayrım
yapmayız ve biz yalnız Allah’a teslim oluruz.
[2,136]
85
– Kim İslâm’dan
başka bir din ararsa,
Bilsin ki
bu din asla ondan kabul edilmeyecek
Ve o âhirette
ziyan edenlerden olacaktır.
86
– Kendilerine kesin
ve açık deliller gelmiş ve Resulün hak
peygamber olduğuna şehadet etmiş iken,
imanlarından
sonra küfre sapan bir topluluğu hiç Allah hidâyete
erdirir mi?
Yok, yok!
Allah, zalimler güruhunu cennete giden yola koymaz,
emellerine kavuşturmaz.
Zalimler,
iradeleriyle küfrü tercih ettikleri müddetçe, Allah
onlara hidâyet vermez. Yahut “Onlar kâfir olarak ölürlerse
Allah onları, cennete giden yola koymaz” demektir
(Nesefi)
87
– Böylelerinin
cezası, Allah’ın, meleklerinin ve bütün
insanların lânetine uğramaktır.
88
– Onlar bu lânetin
içinde ebedî kalacaklardır.
Ne cezaları
hafifletilecek, ne de yüzlerine bakılacaktır.
89
– Ancak daha sonra tövbe
edip nefislerini ıslah edenler, bu hükmün dışındadır.
Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir (çok affedicidir,
merhamet ve ihsanı boldur).
90
– İmanlarından
sonra küfre sapanların,
sonra inkârda daha da ileri gidenlerin
Tövbeleri
asla kabul edilmez.
İşte
asıl sapıklar bunlardır.
[4,18]
91
– İnkâr
yoluna sapan ve kâfir olarak can veren kimseler,
kurtuluş fidyesi olarak dünya dolusunca altın
verseler de,
Mümkün değil,
hiçbirinden kabul edilmeyecektir.
Bunların
hakkı, çok acı bir azaptır ve
kendilerini bundan kurtaracak olan da yoktur. [2,123;
14,31; 5,36]
92
– Sevdiğiniz
mallarınızdan Allah yolunda harcamadıkça
“fazilet” mertebesine ulaşamazsınız.
Bununla
beraber her ne infak ederseniz, Allah mutlaka onu bilir.
Birr: “fazilet, iyilik, hayır” demektir. Bu vasfı haiz
olan kimseye berr
(çoğulu: ebrar) denir. Müminin ibadetinin özünde Allah sevgisi olup
O’nun rızasını her şeyden üstün
tutmalıdır. Ebrar defterine kaydedilmek için,
kişinin sevdiği şeyleri Allah yolunda
harcaması gerekir. Yoksa takvâ, bazı şeklî
tarafları tamamlamakla elde edilmez.
93
– Tevrat
indirilmeden önce, İsrail’in (yani Yâkub’un)
kendi nefsine haram kıldığı hariç,
diğer bütün yiyecekler İsrailoğullarına
helâl idi.
De ki:
İşte meydan! İddianızda samimi
iseniz Tevrat’ı getirip okuyun!
94
– Artık kim
bundan sonra Allah adına yalan söylerse, işte
onlar zalimlerin tâ kendileridir.
95
– Sen: “Sadakallah:
Allah sözün doğrusunu söyledi.” de.
Haydi bakalım
Allah’ı bir tanıyarak İbrâhimin dinine
uyun.
Pek iyi
bilirsiniz ki o, asla müşriklerden olmamıştı.
96
– İbadet yeri
olarak yeryüzünde yapılan ilk bina Mekkedeki Kâbe
olup, pek feyizlidir, insanlar için hidâyet rehberidir.
[2,125]
Kıble
ilkin Mescid-i Aksa iken, hicretten bir buçuk yıl
sonra Kâbe olarak değiştirilmişti.
Yahudiler “peygamberlerin kıblesi değiştirildi”
diye itiraz ettiler. Bu âyet Hz. İbrâhim tarafından
Mekkede bina edilen Kâbenin daha kıdemli bir kıble
olduğunu hatırlatarak itirazlarını
cevaplandırmaktadır. Hz. Süleyman tarafından,
M.Ö. bin yıllarında yaptırılan
Mescid-i Aksa ile Kâbe arasında yaklaşık
bin yıl kadar bir zaman vardır.
97
– Orada apaçık
alametler ve deliller, İbrâhimin makamı vardır.
Kim Beytullaha girerse korkudan emin olur.
Ziyarete gücü
yeten herkese Beytullahı ziyaret etmek, Allah’ın
onun üzerindeki hakkıdır.
Nankörlük
edip bu hakkı tanımayana Allah’ın hiçbir
ihtiyacı yoktur, o bütün âlemlerden müstağnidir.
[29,67; 106,3-4]
Kâbede
karşılaşılan birçok işaret ve
makbuliyet delili vardır. Verimsiz bir yerde olmasına
rağmen, orada rızık sıkıntısı
çekilmemesi, her taraftan ziyaretçi gelmesi, bütün
Arap yarımadasında 2500 yıl kadar öncesinden
beri etrafta anarşi sürerken yılda dört ay Kâbe
ve çevresinde tam güvenliğin hakim olması,
M.S. 571 yılında Kâbeyi yıkmaya gelen
Ebrehe ordusunun perişan olması gibi mûcizevi
durumlar hatırlatılıyor.
98
– De ki: Ey Ehl-i
Kitap, niçin Allah’ın âyetlerini inkâr
ediyorsunuz? Halbuki Allah yaptığınız
her şeyi görmektedir.
{KM, Yeremya 29,23}
99
– De ki: Ey Ehl-i
Kitap! Siz gerçeği görüp bildiğiniz halde,
niçin Allah’ın yolunu eğri göstermeye
yeltenerek iman edenleri Allah yolundan menediyorsunuz?
Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
100
– Ey iman edenler!
Eğer Ehl-i Kitaptan bir kısmına uyacak
olursanız, iyi bilin ki onlar sizi imanınızdan
sonra küfre çevirmek isterler. [2,
109; 4,89; 3,72]
|