KUR'AN-I KERİM İNDEKS
34
– SEBE’ SÛRESİ
Mekkî
olup 54 âyettir. Bu sûre-i şerife, ihtiva ettiği
konulardan biri olan ve 15. âyette geçen Sebe’ halkı
sebebiyle bu ismi almıştır. Diğer
birçok Mekkî sûre gibi tevhid, nübüvvet ve âhiret
esaslarını hatırlatmayı gaye edinir.
Bu hakikatler bazı peygamber kıssaları
ile de desteklenir. Ezcümle: Hz. Davud (a.s.) ile Hz. Süleyman
(a.s.)a Allah Teâlanın verdiği iktidar, onların
çağdaşı olan Sebe’ medeniyeti anlatılırken,
nimetin ancak şükürle devam ettiği dersi
verilir. Müşriklerin şüpheleri izale edilir.
Sûre kâfirleri tevhide dâvet ederek sona erer.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1
– Bütün hamdler,
güzel övgüler gerçek ilah olan Allah’a mahsustur
ki göklerde ve yerde olan her şey O’nundur.
Âhirette
de hamdler O’na mahsustur.
O hakîmdir,
habîrdir (tam hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyden
hakkıyla haberdardır). [92,13]
2
– Yere giren ve
oradan çıkan, gökten inen ve oraya yükselen ne
varsa O, hepsini bilir. O rahîmdir, gafurdur (merhamet
ve ihsanı boldur, çok affedicidir).
3
– Kâfirler: “Kıyamet
saati bize gelmez, böyle bir şey yok!” diye
iddia ettiler.
De ki:
“Hayır! Rabbim hakkı için o gelecektir!
O gaybları
bilen öyle bir Zattır ki O’nun ilminden göklerde
ve yerde zerre miktarı birşey bile kaçamaz.”
Zerreden
daha küçük ve daha büyük hiçbir şey yoktur ki
herşeyi açıklayan kitapta (levh-i mahfuzda)
bulunmasın. [7,187;
20,15; 10,53; 64,7]
4
– Böylece Allah,
iman edip güzel ve makbul işler yapanları ödüllendirir.
İşte
onlara bir mağfiret ve çok değerli bir nasib
vardır. [59,20; 38,28]
5
– Âyetlerimize karşı
koymak için çalışanlara,
hükmümüzden
kurtulacaklarını sananlara,
iğrenç
ve gayet acı bir azap vardır.
6
– Kendilerine ilim
nasib edilenler,
sana
indirilen kitabın, Rabbin tarafından gelen gerçeğin
ta kendisi olduğunu
ve o mutlak
kudret sahibi, bütün güzel övgülere lâyık
olan Allah’ın yolunu gösterdiğini bilirler.
[7,43; 36,52; 30,56]
7
– Böyle iken kâfirler
kendi aralarında şöyle dediler:
“Siz ölüp
de tamamen parçalandıktan ve çürüdükten sonra
size
yeniden yaratılacağınızı söyleyerek
peygamberlik iddia eden bir adam gösterelim mi?
8
– Yalan uydurup onu
Allah’a mı mal ediyor; yoksa kendisinde delilik
mi var, bir türlü anlayamadık.”
Hayır, öyle
değil, âhirete inanmayanlar azap içinde ve derin
bir sapıklık içindedirler.
9
– Onlar gökte ve
yerde önlerinde ne var, arkalarında ne var bakmadılar
mı? Eğer dilersek onları yerin dibine geçiririz,
yahut üzerlerine gökten parçalar düşürürüz.
Elbette bunda Rabbine yönelen her kul için ibret vardır.
[51,47-48; 36,81; 40,57]
10-11
– Biz Davud’a
tarafımızdan bir imtiyaz verdik: “Ey dağlar!
Ey kuşlar! Onunla beraber tesbih edin, şevke
gelip Allah’ın yüceliğini terennüm edin.”
dedik.
Ayrıca demiri
ona yumuşattık (demiri şekillendirme
kudreti verdik) “Bütün bedeni örtecek uzun zırhlar
yap, onları dokumada intizama dikkat et ve siz de
ey Davud ailesi! Hepiniz faydalı ve makbul işler
yapınız, çünkü Ben burdan yaptıklarınızı
görüyorum.” buyurduk. [21,80]
{KM, Mezmurlar 96,11-12; 97,5; 114,4}
Demir
madenini işletmeyi eskiden yalnız Hititliler
ve Filistinliler biliyor ve bunun sırrını
saklıyorlardı. Davud (a.s.) zamanında
İsrailoğulları da işletmeye başlayıp,
büyük bir kuvvet elde ettiler.
Bu
âyetten itibaren, Cenab-ı Allah, bazı
peygamberlere lütfettiği birtakım mûcizelerden
bahsetmektedir. Kur’ân’ı Kerim’in âyetlerinin,
birden fazla irşad vecihleri ihtiva ettiği, müfessirlerin
ittifakiyle sabittir. Dolayısıyla bu âyetlerin
bildirdikleri çeşitli mânalar arasında bir
de, bilimsel ve teknolojik gelişmelere teşvik
işareti sezilmektedir.
Peygamberler
hidâyet rehberi olarak gönderildikleri gibi, onları
yaptıkları her işte örnek almaya çalışıp,
rehberliklerinden yararlanmak da müminlere düşen
bir görevdir. Allah Teâla Peygamberlere mûcize olarak
verdiği nimetlerle onların nübüvvetlerini
ispat etmenin yanısıra, kâinata koyduğu
bilimsel kanunlardan istifade işinde de onların
örnek alınmalarını, işaret yoluyla
teşvik etmektedir. Hatta denebilir ki manevî
kemalat gibi maddî kemalatı da, beşeriyete
ilkin mûcize eli hediye etmiştir. Bu gerçeğe
bir işaret olarak geleneksel san’atlar,
peygamberlerden birini san’atlarının piri ve
önderi saymışlardır: (gemiciler Hz.
Nuh’u, saatçılar Hz. Yusuf’u, terziler Hz.
İdris’i gibi (aleyhimüs selam)
Davud
(a.s.)’ın dağları konuşturmasında
gramafon, plak, teyp tekniğine; demirin yumuşatılması
ve erimiş bakırın sel gibi akıtılmasında,
madenlerin işletilip sanayii geliştirmeye; Süleyman
(a.s.)’ın bir günde iki aylık mesafeyi
havaya binerek kat etmesinde uçak teknolojisine, Mûsa
(a.s.)’ın değneği ile taştan,
topraktan su çıkarmasında artezyene, İbrâhim
(a.s.)’i, ateşin yakmamasında ateşe
dayanıklı maddelerden elbise yapmaya, Îsâ (a.s.)’ın
felçlileri hatta ölmüşleri tedavi edip
diriltmesinde tıbbi tedavinin en ileri noktalarına;
Süleyman (a.s.)’ın ilimde ileri gitmiş
vezirinin, iki bin km. lik uzaklıktan Belkıs’ın
tahtını getirmesinde televizyona hatta daha
ileri seviyelere teşvik sezilmektedir.
12
– Süleyman’ın
emrine de rüzgârı verdik. Onun sabah gidişi
bir aylık mesafe, akşam dönüşü de bir
aylık mesafe idi.
Onun istifadesi için,
erimiş bakırı kaynağından sel
gibi akıttık. Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı,
onun önünde çalışırlardı.
Onlardan kim emrimizden sapsa, onu zelil ve perişan
eden bir azap tattırırdık.
[21,81] {KM, I Krallar 7. bölüm; II Tarihler 4,6}
13
– O cinler ona
kaleler, heykeller, havuz büyüklüğünde çanak
ve leğenler, sabit kazanlar gibi istediği
şeyleri yaparlardı.
Ey Davud hanedanı,
şükür gayreti içinde olun. Kullarımdan gereği
gibi şükredenler çok azdır.
Timsal:
Canlı veya cansız bir şeyin biçimine
benzer yapılan herhangi bir şekile denir. Onun
için Razî bunun izahında “nakışlar”
demekle yetinmiştir. Canlıların
tasvirleri hadislerle yasaklanmış ise de, bir
şeriatte mahzurlu olan şeyin bir başkasında
mübah bırakılması mümkündür. Fakat
Hz. Süleyman (a.s.) Tevrat ahkâmına bağlı
idi. Tevratta ise sûret yapmak yasaklandığından
(Çıkış 20,4) Hz. Süleyman (a.s.)’ın
yaptırdığı resimlerin cansızlara
aid manzaralar ve nakışlar olduğu
ihtimali ağır basmaktadır.
14
– Süleymanın
ölüm fermanını çıkarmamızdan
sonra, cinler ve çevresindekiler onun öldüğünü,
ancak dayandığı asasını bir ağaç
kurdunun yemesi sonucunda, kendisinin yere yıkılmasından
sonra anlayabildiler.
O, yere düşünce
cinler kesin olarak anladılar ki şayet gaybı
bilmiş olsalardı kendilerini zelil ve perişan
eden angarya işlerde devam edip gitmezlerdi.
15
– Gerçekten Sebe’
halkına oturdukları diyarda bir ibret dersi
vardı. Onların meskenleri sağdan soldan
iki bahçe ile çevrili idi. Peygamberleri kendilerine
dedi ki: “Allah’ın nimetlerinden yiyiniz, içiniz,
O’na şükrediniz. Ne hoş bir diyar! Ne iyi,
ne müsamahalı ve bağışlayıcı
bir Rab!”
Sebe’:
Yemende yerleşmiş bir kabile adı olup başkentleri
Ma’rib, bu günkü San’a civarında yer alıyordu.
Kurdukları üstün medeniyet dillere destan idi.
Hz. Süleyman (a.s.) vesilesiyle mânen de yükselen bu
millet, daha sonra şirke ve tefrikaya mâruz kaldı.
M.Ö. 5. asırda ünlü Ma’rib barajının
çöküşü ile bu ülkenin yıldızı
da söndü.
16
– Fakat onlar bu dâvete
sırtlarını döndüler, Biz de onların
üzerlerine kükremiş, hırçın mı hırçın,
bendleri yıkan bir sel gönderdik.
O güzelim bahçelerini,
içinde sadece buruk yemişli, ılgınlık,
biraz da dikeni çok, meyvesi az ağaçlardan ibaret
bozulmuş bahçelere çevirdik. [27,22;24]
17
– Biz inkâr ve nankörlükleri
sebebiyle onları böylece cezalandırdık.
Zaten nankörlükte çok ileri gidenden başkasını
cezalandırır mıyız?
18
– Onların
diyarlarıyla, feyz ve bereket verdiğimiz kutlu
beldeler arasında sırt sırta vermiş,
biri birinden görülebilen nice kasabalar var ettik ve
bunlar arasında düzenli ulaşım imkânları
sağladık.
“Oralarda
geceler ve gündüzler boyunca, güven içinde gezin
dolaşın!” dedik.
Meskûn
yerlerin birbirine yakınlığı, ülkenin
refah ve bereketini gösteriyordu. Feyz ve bereket
verilen şehirler ise Şam şehirleridir.
19
– Fakat onlar:
“Ya Rabbena, seferlerimizin arasını uzaklaştır
(şehirlerimiz birbirine çok yakın, bunların
arasını uzat, daha uzun mesafelere gidelim, ülkemizi
genişlet) diye dua ettiler ve böylece kendilerine
yazık ettiler.
Biz de onları
dillere destan olan, hayret ve ibretle bahsedilen masal
haline getirdik, başka yerlere göç etmeleri
suretiyle darmadağın ettik. Bunda
elbette çok sabırlı, çok şükürlü
olan kimselerin alacakları hayli ibretler vardır.
[28,581; 16,112]
Onlar
kazanç hırsıyla, fakirleri daha çok soymak için
yol konaklarının aralarının uzaklaştırılmasını
bilfiil temenni ettiler.
Muir,
o zaman Yemen ile Şam arasında ticaretin çok
mühim olup iki tarafı da zenginleştirdiğini
anlattıktan sonra Hadramut ile Eyle arasında
yetmiş konak bulunduğunu, bu konakların
bugünkü konaklara uyduğunu belirtir.
Sebe’lilerin
darmadağın olmaları darbımesel
haline geldi. Öyle ki bugün bile Araplar, bir topluluğun
darmadağın olmasından bahsederken:
“Sebeliler gibi darmadağın oldu” derler.
20
– Hakikaten İblis
onlar hakkındaki zan ve temennisini gerçekleştirdi,
muradına erdi. Müminlerden bir kısmı
hariç, onun peşine düştüler. [7,17;
17,62]
Yemende
tevhide inanan bir cemaatin devam ettiği, bu âyetten
anlaşılmakta olup, tarihi ve arkeolojik
bulgular da bunu desteklemektedir.
21
– Aslında
Şeytanın onlar üzerinde bir sultası,
zorlayıcı gücü yoktu. Ancak âhirete iman
edeni, o konuda şüphe eden kimselerden ayırt
edip ortaya çıkaralım diye ona bu fırsatı
verdik. Rabbin her şeyi hakkıyla gözetlemektedir.
22
– De ki:
“Allah’tan başka, tanrılığını
iddia ettiğiniz şeylere istediğiniz kadar
yalvarın durun bakalım, ele ne geçireceksiniz?
Onların ne göklerde ne yerde, size verecekleri
zerre kadar bir fayda yoktur.
Onların
oralarda en ufak bir ortaklıkları yoktur.
Allah’ın onlardan bir yardımcısı
da yoktur. [35,13]
23
– Allah’ın
huzurunda, O’nun izin verdiğinden başkasının
şefaatleri fayda vermez.
Nihayet o kıyamet
saati dehşetinden duydukları korku gelince:
O
dirilenler birbirlerine “Rabbimiz neye hükmetti?”
diye sorarlar.
Ötekiler:
“Hak ve adalet neyi gerektiriyorsa o hükmü verdi”
derler. “O, yüceler Yücesi, büyükler Büyüğüdür.”
[2,255; 53,26; 21,28]
24
– Söyle onlara:
“Göklerden, yerden sizi rızıklandıran
kimdir?
(Onların
cevaplarını beklemeden:) “Allah’dır”
de.
O halde ya
biz veya siz, ikimizden biri doğru yol üzerinde
veya besbelli bir sapıklıktayız.”
Bu
âyet, münazarada insaf prensibine işaret
etmektedir. Hakikate sahib olan kimse, başlangıçta
bunu iddia etmeyecek, hakikat karşısında
rakibi ile kendisini eşit mesafeye yerleştirecektir.
Delilini ortaya koyan, netice alacaktır. Aksi halde
tartışma gerçekleşemez.
25
– De ki: “Siz
bizim suçlarımızdan sorguya çekilecek değilsiniz,
biz de
sizin yaptıklarınızdan sorgulanacak değiliz.”
[10,41; 109,1-5]
26
– De ki:
“Rabbimiz kıyamet günü hepimizi bir araya
toplayacak
sonra da
aramızdaki hükmü verecektir.
O, tam
adaletle hükmeden ve her şeyi bilen bir Hâkimdir.”
[30,14-16]
27
– De ki: “O’na
şerik saydıklarınızı bana gösterin
bakayım!
Hayır,
öyle şey yok!
Doğrusu
şu ki Allah, azîz ve hakîmdir (mutlak galip olup
tam hüküm ve hikmet sahibidir).
28
– Ey Resûlüm, Biz
seni bütün insanlığa rahmetimizin müjdecisi,
azabımızın uyarıcısı
olarak gönderdik,
lâkin
insanların ekserisi bunu bilmezler. [7,158;
25,1; 6,116; 12,103]
Bu
âyet Hz. Muhammed (a.s.)’ın risaletinin belirli
bir millet, dil ve coğrafya ile sınırlı
olmayıp evrensel, yani bütün zamanlar ve mekânlar
için geçerli olduğunu açıkça gösterir.
29-30
– Bir de: “Eğer
doğru söylüyorsanız vaad ettiğiniz kıyamet
ne zaman gerçekleşecek?” derler.
De ki:
“Sizinle öyle bir buluşma günümüz var ki
ondan ne
bir saat ileri geçebilirsiniz ne de bir saat geri
kalabilirsiniz.!” [42,18;
[71,4; 11, 104-105]
31
– Kâfirler: “Biz
ne bu Kur’ân’a, ne de bundan öncekilere inanırız”
derler.
O
zalimleri; sen, Rablerinin huzuruna duruşma için
getirildiklerinde, birbirlerine laf atarken bir görseydin!
Zebûn
edilen, dünyada güçsüz bırakılanlar o
kibirli olan önderlerine:
“Ah!
Sizin yüzünüzden bu hallere düştük,
siz
olmasaydınız biz de iman edecektik!”
diyecekler.
32
– Öte yandan dünyada
iken kibirlenenler o zebûn edilenlere, ezilenlere:
“Size hidâyet
geldikten sonra, biz mi sizi ondan uzaklaştırdık.
Bilakis,
siz zaten suçlu kimselerdiniz!” [7,38-39;
14,21; 40,47-48]
33
– Ezilenler de
kibirlilere:
“Hayır!
İşiniz gücünüz, gece gündüz dolap!
Siz daima
Allah’a nankörlük etmemizi,
Ona birtakım
şerikler uydurmamızı bizden isterdiniz”
derler.
Ve böyle
atışırlarken hepsi, azabı gördükleri
o esnada, pişmanlıklarını içlerine
atarlar...
O inkârcıların
boyunlarına ateşten demir halkalar takarız.
Bu, yaptıklarının
adil bir karşılığı değil
midir?
34
– Uyarmak üzere
Peygamber gönderdiğimiz hiçbir belde yoktur ki
onların
ileri gelen, varlıklı ve şımarık
olanları:
“Biz
sizinle gönderilen şeyleri reddediyoruz, bunu böyle
bilesiniz!” demiş olmasınlar.
35
– Ve ilave ettiler:
“Bizim malımız da, evladımız da
sizinkinden daha fazla, sizden daha güçlüyüz.
Biz öyle
iddia ettiğiniz gibi azaba falan da uğrayacak
değiliz!” [26,111;
11,27; 6,53-133; 23-55-56; 9,55; 7,4; 11-17]
36
– De ki: “Rabbim
dilediği kimsenin rızkını, nasibini
bollaştırır,
dilediğinin
nasibini kısar.
Ama
insanların ekserisi bu gerçeği bilmezler.”
37
– Bizim nezdimizde
size değer kazandıran şey, ne mallarınızın,
ne de evlatlarınızın çokluğu değildir.
Şu var
ki, iman edip güzel ve makbul işler yapanlara
bu
gayretlerinden ötürü kat kat mükâfat verilecek
ve onlar cennetin yüksek köşklerinde güven
ve huzur içinde olacaklardır. [17,21]
38
– Âyetlerimize karşı
koymak için Peygamberlerimizle mücadele edenler
ve
elimizden kaçıp kurtulacaklarını
zannedenler ise zorla getirilip azabın içine atılacaklardır.
39
– De ki: “Rabbim
dilediği kimsenin rızkını, nasibini
bollaştırır, dilediğinin nasibini de
kısar.
Siz hayır
yolunda her ne harcarsanız Allah onun yerini
doldurur.
O rızık
verenlerin en hayırlısıdır.”
40
– Gün gelecek,
hepsini mahşerde toplayacak, sonra da melaikeye:
“Şunlar size mi tapıyorlardı?” diye
soracaktır. [5,116;
25,17]
41
– Onlar: “Müşriklerin
iddialarından Seni tenzih ederiz. Bizim dostumuz,
koruyucumuz onlar değil, sadece Sensin!
Hayır,
onlar bize değil, cinlere tapıyor ve ekserisi
onlara inanıyorlardı.” diye cevap verirler. [4,117]
42
– İşte
bugün kiminiz kiminize ne fayda, ne de zarar vermeye güç
yetiremezsiniz.
O kâfirlere
de diyeceğiz ki: “Yalan saydığınız
o ateş azabını tadın da
yalan mıymış
gerçek miymiş söyleyin bakalım!”
Aslında
sadece fayda söz konusu olup, zarar bahis mevzuu
olmamasına rağmen böyle buyurulması
şöyle açıklanabilir:
1.
Aczlerinin tam olduğunu göstermek 2.Müşriklerin
ibadet etmeleri halinde şeriklerin fayda, ibadeti
terketmeleri halinde ise onlara zarar veremeyeceklerini
bildirmek içindir. 3.Ebussuûd gibi bazı müfessirlerin
izahına göre fayda celbetme veya zararı savma
kasdedilmektedir. Yani zarar kelimesinin başında
hazf-i muzaf vardır.
43
– Kendilerine parlak
deliller halinde âyetlerimiz okunduğunda o
zalimler:
“Bu, başka
değil, sırf sizi atalarınızın
ibadet ettiği tanrılarınızdan uzaklaştırmak
isteyen bir adam!” dediler.
Ve yine
dediler ki: “Bu Kur’ân başka değil, sırf
bir iftira!”
Ve yine kâfirler,
gerçek kendilerine geldiğinde “Bu besbelli bir büyüden
başka birşey değil!” dediler.
44
– Biz onlara Kur’ân’dan
önce, okuyacakları kitaplar vermedik, keza senden
önce onları uyarmakla görevli bir peygamber de göndermedik.
45
– Kendilerinden,
Mekke müşriklerinden öncekiler de hakkı
yalan saymışlardı.
Halbuki
bunların güç ve kuvveti onlarınkinin onda
biri kadar bile değildir.
Buna rağmen
azabı engelleyemediler.
Peygamberlerimi
yalan saydılar ama, redlerine karşı Benim
reddedişim nasıl olurmuş, iyice gördüler!
[46,26; 40,82]
46
– De ki: “Size bir
tek nasihat edeceğim: İkişer ikişer
veya teker teker Allah hakki için durup düşünmenizi,
hem sonra
bu arkadaşınızda delilikten eser olmadığını
iyi anlamanızı istiyorum.
O, ancak
şiddetli bir azaptan önce sizi sakındırmak
için gelen bir peygamberdir.”
47
– De ki: “Sizden
bu hizmetim için hiçbir ücret istemiyorum, ücret
sizin olsun!
Benim ücretim
yalnız Allah’a aittir ve O, her şeye şahittir.”
48
– De ki: “Rabbim
hakkı, gerçeği, yerli yerine kor.
O bütün
gaybları, bütün gizlileri bilir.”
49
– De ki: “İşte
gerçek geldi, bütün açıklığıyla
ortaya çıktı. Yalan ve sahte olan ise sönüp
gitmeye mahkûmdur.” [17,81]
50
– De ki: “Eğer
ben yoldan saparsam, kendi aleyhime olarak saparım.
Şayet doğru yolu bulursam, bu da Rabbimin bana
vahyetmesi sayesindedir. O herşeyi işitir,
kullarına pek yakındır.”
51
– Kıyamet günü
o kâfirler can kaygısına düştükleri
zaman bir görsen! Artık kaçacak hiç bir yerleri
yoktur ve cehenneme yakın bir yerde yakalanmışlardır.
52
– İş işten
geçtikten sonra “Peygambere inandık”
demektedirler; ama uzak yerden, ta dünyadan imanı
nasıl alabilsinler? [32,12]
Maksat
şudur: Dönüş ve tövbeleri dünyada kabul
edilirdi. Halbuki dünya hayatı, çoktan geçmiş
durumda. Dünya, şimdi âhiretten o kadar uzak ki!
Bu
muhali taleb etmektir: Âhiretteki inanmalarının,
dünyada iken müminlere imanlarının temin
ettiği faydayı sağlamasını
beklemektedirler.
53
– Halbuki daha önce
onu inkâr etmişlerdi ve uzak bir yerden gayba atıp
tutuyorlardı! [18,22;
45,32]
54
– Neticede, tıpkı
daha önce benzerlerine yapıldığı
gibi, kendileriyle arzu ettikleri şey arasına
sed çekilir.
Çünkü onlar, kıyamet
hakkında gerçekten insanları kötü zanna düşüren
bir şüphe içindeydiler.
Kâfirlerin arzuları, o günkü
imanlarının geçerli olup, cehennemden kurtularak
cennete girmeleri idi. Fakat bu temennileri gerçekleşmeyecektir.
|