KUR'AN-I KERİM İNDEKS
7 – A’RÂF SÛRESİ (1-100)
Mekkî
olup, 206 âyettir. 48. âyette geçen kelime, sûreye
adını vermiştir. A’râf orada, cennet ile cehennem
arasında çekilen sur anlamına gelir. Bundan önceki
En’âm sûresi tevhid ve akaid konularını ayrıntılı
olarak ele alır. A’râf sûresi ise tevhid tarihini
Hz. Âdem (a.s.)’dan itibaren Nuh, Hûd, Sâlih, Lût,
Şuayb, Mûsa aleyhimü’s-selam dönemleriyle anlatır.
Böylece birbirini tamamlarlar. Ayrıca kıyamet ve âhiret
hallerine yer verilir. Son kısımda, dine inanmanın ve
tevhid inancının, vahyin doğruluğunun insan fıtratında
ne kadar kök saldığı, şirk çeşitlerinin, sahte
tanrıların insanlığı asla tatmin edemeyeceği,
insanlığın Kur’ân’ı dinleyip Allah’a dönmeleri
gerektiği vurgulanır.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1
– Elif, Lâm, Mîm,
Sâd.
2
– Bu, kendisiyle
insanları uyarman ve müminlere de bir öğüt ve irşad
olmak üzere sana indirilen bir kitaptır ki sakın onu
tebliğden ve halkın sana inanmamasından ötürü göğsün
daralmasın. [3,7]
3
– Ey insanlar! Siz,
Rabbiniz tarafından size indirilen vahye tâbi olun,
O’ndan başka birtakım hâmîler edinip de onlara
uymayın. Ne kadar da az düşünüyorsunuz! [12,103;
12,106]
4
– Biz nice ülkeler
imha ettik ki ya gece uyurlarken, yahut gündüz
yatarlarken baskınımız onlara gelivermişti. [6,10;
22,45; 28,58; 7,97-98]
5
– Azabımız gelip
çattığında da itiraf ve yalvarmaları: “Biz gerçekten
zalim adamlarmışız!” demekten başka bir şey olmadı.
[21,11-15]
6
– Kendilerine resul
gönderdiğimiz insanlara, resullerinin çağrısına
uyup ona göre amel edip etmedikleri hakkında elbet
hesap soracağız. Gönderilen o elçilere de, tebliğ
edip etmediklerini soracağız. [5,109;
28,65]
7
– Ve onlara, olup
biten herşeyi, kesin bir ilme dayanarak bir bir
anlatacağız. Öyle ya, Biz hiçbir zaman onlardan
habersiz değildik ki! [6,59]
8
– O gün, dünyada
yapılan işlerin tartılması kesin gerçekleşecek.
Artık kimin iyilikleri kötülüklerinden ağır
gelirse, işte onlar muratlarına ereceklerdir. [21,47;
4,40; 101,6-11; 23,102-103; 42,17] {KM, I Samuel 2,3;
Eyub 31,6}
9
– Kimin de sevap
tartıları hafif gelirse, onlar da âyetlerimizi hiçe
sayıp haksızlık etmelerinden ötürü kendilerini en
büyük ziyana uğratacaklardır.
10
– Şu bir gerçektir
ki ey insanlar, Biz sizi dünyaya yerleştirip orada
size hakimiyet verdik. Orada sizin için birçok geçim
vasıtaları yarattık. Ne kadar da az şükrediyorsunuz!
[14,34]
Yaşadığımız
dünyayı azıcık düşünüp inceleyen kimse, onun üstünde
yaşayan milyonlarca nevi yaratıkların ve bunların
sayılara sığmayacak derecede fazla fertlerinin
hayatları boyunca her türlü ihtiyaçlarını karşılayacak
şekilde hazırlandığını ikrar ve ilan eder. Enerji
kaynağı güneşle olan mesafesinin ideal şekilde
olması, dünyanın ekseninin düz olmayıp 23.5° eğik
olması ile mevsimlerin oluşmasına imkân vermesi, ayın
denizlerdeki med cezir hareketlerini düzenleyecek şekilde
görevlendirilmesi, oksijenin yalnız kendisinde bulunduğu
atmosfer tabakasının portakal kabuğunun portakalı
sarması gibi dünyayı sarıp oksijeni ile canlıların
hayatında en önemli rollerden birini oynaması, (hayvanların
zararlı atıkları karbondioksitin bitkilere yararlı kılınmasındaki
denge) ayrıca uzaydan gelecek zararlı ışın ve
meteorları emip eriterek dünyadaki hayatı koruması,
dünyanın 3/4 ünün denizle kaplı olması, dünyadaki
su dönüşümü, bahar ve yaz mevsiminin erzak filoları
gibi binlerce çeşit gıda maddelerini getirmesi,
petrol, kömür ve türlü türlü maddelerin oraya
yerleştirilmesi, velhasıl sayılmayacak kadar çok
nimetlerin, en azından pek muntazam ve muazzam bir
fabrika gibi işletilmesi, tesadüfe binde bir ihtimal
bile bırakmaz.
11
– Sizi Biz yarattık,
sonra şekil verdik size. Peşinden de meleklere:
“Haydi, hürmet için secde edin Âdem’e!” dedik.
Onların hepsi hemen secde ettiler, yalnız İblis
dayattı. Secde edenlerden olmadı.
[15,29-32; 2,34; 38,71-72]
İnsanın
dünyadaki konumu ve âhirette ebedî hayatında elde
edeceği sonuç ile ilgili olan Hz. Âdem ile İblis kıssası
Bakara, A’râf, Hicr, İsra, Kehf, Tâhâ ve Sâd sûrelerinde
ele alınmakla birlikte, her sûrede farklı uzunlukta,
değişik siyak içinde, farklı üslûp ve ayrıntılar
ve bulunduğu muhtevaya göre hedeflenen gayelerle anlatılır.
En uzun anlatım işbu A’raf sûresindedir. İblisten
istenen secde, ibadet secdesi değil, Allah’a
itaatinin bir nişanesi olarak istenen bir inkiyad
secdesidir.
Allah
bütün insanlık nev’ine kıyamete kadar vereceği
muazzam ilim kabiliyetine, maddî ve manevî faziletlere
karşı İblisten beklediği itirafı, Hz. Âdem’in şahsına
göstermesini istemiştir. İblis gururu yüzünden
kaybetmiş, Âdem tevazuu ile kazanmıştır. Zahiren
cennetten çıkmasına sebep olan hadisenin hikmeti:
yaratılışındaki ilahî maksatları gerçekleştirmek
ve dünyanın imar edilmesi için görevlendirmedir. Böylece
Allah’ın insan nevine verdiği muazzam ilim
kabiliyeti, sınırsız maddî ve manevî istidatlar
gelişme imkânı bulmuş, onun yeryüzündeki halifeliği
gerçekleşmiştir. Fakat insan, bu üstün makamından
kendisini düşürmek için pusuda bekleyen kıskanç şeytanın
aldatmalarına karşı, devamlı sûrette uyarılmakta
ve Allah’a sığınmaya dâvet edilmektedir.
12
– Allah buyurdu:
“Söyle bakayım, Sana emrettiğim halde, secde etmene
mani nedir?” İblis: “Ben ondan daha üstünüm;
çünkü Sen beni ateşten, onu ise bir çamur parçasından
yarattın.” [15,26-28;
38,76; 55,14-15]
13
– “Çabuk in
oradan!” buyurdu Allah, öyle orada kurulup da büyüklük
taslamak senin haddin değildir. Çabuk çık, çünkü
sen alçağın tekisin!” [2,38]
14
– “Bana, onların
diriltilecekleri kıyamet gününe kadar mühlet verir
misin?” dedi.
15
– Allah: “Haydi,
sen mühlet verilenlerdensin!” buyurdu.
16-17
– “Öyle ise”
dedi, Sen beni azgınlığa mahkûm ettiğin için, ben
de onları gözetlemek üzere Senin doğru yolunun üzerinde
pusu kurup oturacağım.
Sonra onların
gâh önlerinden, gâh arkalarından, gâh sağlarından,
gâh sollarından sokulacağım, vesvese verip pusu
kuracağım, Sen de onların ekserisini şükreden
kullar bulmayacaksın.” [34,20-21]
18
– “Çık oradan,
alçak ve kovulmuş olarak!” buyurdu. “Onlardan kim
sana uyarsa, iyi bilin ki cehennemi sizlerle dolduracağım.”
[17,63-65]
19
– “Sana gelince
Âdem, seninle eşin cennete yerleşiniz, istediğiniz
her tarafından yeyip içip yararlanınız. Yalnız sakın
şu ağaca yaklaşmayın. Böyle yaparsanız zalimlerden
olursunuz.” [4,76]
20-21
– Fakat şeytan
onlara, gözlerinden gizlenmiş olan edep yerlerini açığa
çıkarmak için vesvese verdi. Onlara şöyle telkinde
bulundu: “Rabbinizin size bu ağacın meyvesini
yasaklamasının tek sebebi, sizin meleklerden veya ölümsüz
hayata kavuşanlardan olmanızı önlemektir” diyerek,
kendisinin onların iyiliğini istediğine dair yemin üstüne
yemin etti. [20,120]
22
– Böylece onları
aldatarak mevkilerinden düşürdü. Şöyle ki: O ağacın
meyvesini tadar tadmaz, edep yerlerinin açık olduğunu
farkettiler. Derhal, buldukları cennet yapraklarıyla
edep yerlerini örtmeye başladılar.
Onların
Rabbi ise nida edip buyurdu: “Ben sizi o ağaçtan
menetmedim mi? Ben şeytanın sizin besbelli düşmanınız
olduğunu söylemedim mi? Niçin Beni dinlemediniz de bu
perişan duruma düştünüz?” [20,121]
{KM, Tekvin 3,7}
23
– “Ey bizim
Rabbimiz, kendimize yazık ettik. Şayet Sen kusurumuzu
örtüp, bize merhamet buyurmazsan, en büyük kayba uğrayanlardan
oluruz” diye yalvarıp yakardılar. [2,37]
24-25
– Buyurdu ki:
“Birbirinize düşman olarak inin! Size dünyada bir süreye
kadar kalma ve yararlanma imkânı veriyorum: Orada yaşayacaksınız,
orada öleceksiniz ve yine oradan diriltilip mezardan
çıkarılacaksınız.”
26
– “Ey Âdem’in
evlatları! Bakın size edep yerlerinizi örteceğiniz
giysi, süsleneceğiniz elbise indirdik.
Fakat
unutmayın ki en güzel elbise, takvâ elbisesidir.
İşte
bunlar Allah’ın âyetlerindendir. Olur ki insanlar düşünür
de ders alırlar”. [57,25]
Elbiseden
de önemli olan, takvâ duygusu ve haya hissidir. Örtülmesi
gereken yerleri örtmek, namusu korumanın ilk şartıdır.
Çıplaklık, övünülecek bir ilerilik değil,
ilkellik ve Cahiliyeye dönüştür, irticadır.
Cahiliye dönemi arapları, erkeği kadını, birlikte
olarak Kâbe’yi çırıl çıplak tavaf ediyorlar,
bunu faziletli bir iş tarzında yapıyorlardı.
Çıplaklığı
yaymak şeytanın teşviki ile olunca, Allah Teâla, örtünmenin
ve elbisenin insanın maddî ve manevî süsü olduğunu,
şeytana uyup mahrem yerlerini açmamak gerektiğini hatırlatıyor.
Allah’ın
hikmeti, diğer birçok canlı mahlûkun fıtratına,
haya ve örtünme duygusu koymayıp sağlam, güzel ve tâbiî
bir elbise vermiştir. Haya duygusu verdiği insanı,
yalnız onu çıplak yaratmıştır. Böylece insan, hem
örtünme emrini tutmanın sevabına ermekte, hem de dünyadaki
halifelik görevini ispatlamaktadır. Çünkü bütün
yeryüzüne yayılan hayvan ve bitkilerden ve diğer
maddelerden elde ettiği giyecekleri yapıp giymekle, bütün
yaratıklar üzerindeki tasarruf ve yönetme gücünü,
halifeliğinin tezahürlerinden birini göstermektedir.
27
– Ey Âdem’in
evlatları! Şeytan, edep yerlerini açığa çıkarmak
için, annenizle babanızı -üzerlerinde ki takvâ elbiselerini çıkarttırmak
sûretiyle- cennetten
uzaklaştırdığı gibi, sakın sizi de belaya uğratmasın.
Çünkü o da, askerleri de sizin kendilerini göremeyeceğiniz
yerlerden sizi görürler. Doğrusu Biz şeytanları
iman etmeyenlerin dostları yapmışızdır. [18,50]
28
– Onlar çirkin bir
iş yaptıklarında: “Babalarımızı bu yolda bulduk,
esasen Allah böyle yapmamızı emretti.” derler. De
ki: “Allah Teâla kötü olan şeyi asla emretmez. Ne
o, yoksa siz Allah’ın söylediğini bilmediğiniz
birtakım sözleri O’na iftira ederek Allah’a mı
mal ediyorsunuz?
Âyetin
sonundaki bu istifham-ı inkârî üslûbu, onların ne
büyük bir vebal yüklendiklerini, zarif bir tarzda
anlatıyor. Şöyle ki: “Allah Teâla’nın herhangi
bir şeyi emrettiği, kesin olarak bilinmiyorsa, O’nun
hakkında “Allah falan şeyi emretti” demek asla
caiz olamaz. Durum bu iken, bir de Allah’ın emretmediğini
bile bile “Allah bunu emretti” demek, şiddetle
reddedilmesi gereken çirkin bir iş, katmerli bir
iftiradır” mânası kasdedilmektedir.
29
– De ki: “Rabbim
adalet ve itidalı emretti. Her secdenizde, her namaz
zamanında veya mekânında, yüzünüzü O’nun kıblesine
yöneltiniz!
İhlasla,
ibadetinizi yalnız O’nun rızası için yaparak
Allah’a kulluk ediniz! Çünkü ilkin sizi O yarattığı
gibi, dönüşünüz de yine O’na olacaktır.” [2,139;
31,29]
30
– Bir kısmına hidâyet
buyurdu, bir kısmına da dalâlet müstehak oldu; çünkü
bunlar Allah’tan başka şeytanları dost edindiler.
Bir de kendilerini doğru yolda zannediyorlar! [18,104]
Allah
itidali, yani ifrat ve tefritten uzak durup ölçülü
olmayı emreder. (Bkz. 1,4)
31
– Ey Âdem’in
evlatları! Her namaz vaktinde mescide giderken, süsünüz
olan elbisenizi giyinin. Yiyin, için fakat israf
etmeyin; çünkü Allah israf edenleri asla sevmez.
Edep
yerlerini örtmek (setr-i avret) her zaman olduğu gibi,
özellikle namaz, tavaf gibi ibadetlerde farzdır. Fakat
israf etmemek şartı ile, her müslümanın ibadet
esnasında en güzel ve temiz elbisesini giymesi sünnettir.
Cemaat ile olsun, camide oturuşta olsun edep, vakar, ağırbaşlılık
da bu zinet ve güzel sûret cümlesindendir. Nitekim önceki
âyetlerde geçen “yüzleri kıbleye döndürme”
emrinde de bu intizama işaret vardır. Aynı zamanda,
âyetin işaretinden şu da anlaşılır ki cami ve
civarları, bir İslâm şehrinin teşkilatında, güzellik
bakımından, en güzel ve merkezî noktalarda yer almalıdır.
Bununla beraber mescitlerin asıl süsü, oraların
ibadetle şenlendirilmesi ve ibadet eden müminlerin hal
ve davranışlarıdır.
32
– De ki:
“Allah’ın kulları için yaratıp ortaya çıkardığı
zineti, temiz ve hoş rızıkları haram kılmak kimin
haddine?”
De ki:
“Onlar, dünya hayatında iman etmeyenlerle birlikte,
iman edenlerindir.
Kıyamet günü
ise yalnız müminlere mahsustur. İşte Biz, bilip
anlayan kimseler için, âyetleri bu şekilde açıklıyoruz.
[22,30]
Bu
âyetin açıkça gösterdiği gibi Allah dünyadaki bütün
nimetleri kullarının istifadesi için yaratmıştır.
Şükrünü yerine getirerek meşrû olan her şeyden
yararlanmak mümkündür.
33
– De ki: “Rabbim
o güzel şeyleri değil, açığı ile gizlisi ile, bütün
fuhşiyatı haram kılmıştır. Keza her türlü günahı,
haksız tecavüzü
ve
kendisine tapılması hakkında Allah’ın herhangi bir
delil bildirmediği bir nesneyi Allah’a şerik yapmanızı,
bir de
Allah’ın emretmediği birtakım şeyleri iftira
ederek O’na mal etmenizi haram kılmıştır.”
Burada
müşriklerin tutarsızlıkları ifade edilmektedir.
Allah’tan başka elbette bir tanrı yoktur. Ama faraza
böyle bir şey yani Yüce Yaratıcının yanında,
O’nun kendisine yetki verdiği birinin şerik olması
sözkonusu ise, Allah’tan gelen bir yetki belgesi
olması gerekmez mi? O’nun verdiği böyle bir belge
olmadıkça, kimin haddine O’na birini ortak kılmak?
34
– Her ümmet için
belirlenmiş bir müddet vardır. Vâdeleri gelince ne
bir an geri bırakabilir, ne de bir an öne alabilirler.
35
– Ey Âdem’in
evlatları! Size her ne zaman içinizden Benim âyetlerimi
beyan edip açıklayan resuller gelir de, kim onlara karşı
çıkmaktan sakınır, nefsini ıslah ederse artık
onlara hiç bir korku yoktur, onlar asla üzülmezler
de.
36
– Âyetlerimizi
yalan sayanlar ve onları kabule tenezzül etmeyenler
ise, işte onlar cehennemliktirler. Hem de orada ebedî
kalacaklardır.
37
– İftira ederek,
Allah’ın söylemediği bir sözü O’na mâl eden,
yahut Allah’ın âyetlerini yalan sayan kimseden daha
zalim biri olabilir mi?
Kaderden
nasipleri ne ise, onlara erişecektir. Nihayet elçilerimiz
(ölüm melekleri) gelip canlarını alırken: “Hani
nerede o Allah’tan başka taptıklarınız?”
dediklerinde “Onlar bizden uzaklaşıp ortadan
kayboldular” derler. Böylece kâfir olduklarına dair
kendi aleyhlerinde şahitlik ederler. [10,69-70;
31,23-24]
38
– Hak Teâla:
“Girin bakalım sizden önce gelip geçen cin ve insan
topluluklarıyla beraber ateşe!” buyurur.
Her ümmet
girdikçe, yoldaşına lânet eder.
Nihayet
hepsi birbiri ardından gelip orada bir araya gelince,
sonrakiler öndekileri göstererek:
“Ey
Rabbimiz, derler. İşte şunlar bizi saptırdılar,
onun için onlara iki kat ateş azabı çektir.”
O da:
“Herbirinize iki misli azap var, lâkin siz bunu
bilmiyorsunuz” buyurur. [16,25;
29,25; 2,166-167; 16,88; 29,13]
39
– Bu sefer öndekiler
de sonrakilere derler ki: “Gördünüz ya, sizin bize
karşı bir ayrıcalığınız olmadı, artık kendi işlediklerinizin
cezası olarak tadın azabı!”
40
– Âyetlerimizi
yalan sayanlara ve onları kabule tenezzül etmeyenlere
gök kapıları açılmayacak ve deve iğne deliğinden
geçmedikçe onlar da cennete giremeyeceklerdir.
İşte mücrimleri
Biz böyle cezalandırırız! {KM,
Markos 10,25; Luka 18,25}
41
– Onlara cehennem
ateşinden bir döşek ve üzerlerinde de yine ateşten
örtüler var. İşte zalimleri Biz böyle cezalandırırız!
42
– İman edip makbul
ve güzel işler yapanlar ise -ki hiç kimseye Biz gücünün
yetmeyeceği yük yüklemeyiz- cennetlik olup, orada
ebedî kalacaklardır. [2,286]
43
– Öyle bir halde
ki içlerinde kin kabilinden ne varsa hepsini söküp
çıkarırız, önlerinden ırmaklar akar.
“Hamdolsun
bizi bu cennete eriştiren Allah’a!
Eğer Allah
bizi muvaffak kılmasaydı kendiliğimizden biz yol
bulamazdık.
Rabbimizin
elçilerinin gerçeği bildirdikleri bir kere daha
kesinlikle anlaşılmıştır” derler.
Kendilerine
de: “İşte güzel işlerinize karşılık, karşınızda
duran şu muhteşem cennete varis kılındınız,
buyurun!” diye nida edilir.
Cennetliklerin
bu başarıyı kendilerinden değil, sırf Allah’ın lütfundan
bilerek hamdetmelerinden sonra Allah tarafından onların
bu başarılarına dünyadaki güzel davranışlarının
vesile olduğunun bildirilmesinde pek latif bir durum
vardır. Hem kulluk âdabı öğretiliyor, hem de
Allah’ın, az ameli büyük bir takdir ve teşekkürle
karşılamasındaki ilahî lütfu tecelli ediyor. Şu
halde insan çalışmalı, fakat işlerine güvenmeyip
daima ilahî hidâyete sığınmalıdır. Amel cennete
girmeye sebep olur, fakat Allah’ın yardımı ile!
Âyetteki
varis kılınma kavramını, Peygamberimiz (a.s.m) şu
hadisle açıklamıştır: “Cehenneme girenlerin her
biri iman etmiş olması halinde, cennette kendisine ayrılan
konağı görecek ve diyecek ki: “Keşke Allah bizi
hidâyet etseydi!” Böylece bu görmeleri onlar için
pişmanlık olur. Cennete girenlerden her biri de iman
etmemiş olması halinde cehennemde varacağı yeri görüp
diyecek ki: “Allah bizi hidâyet etmemiş olsaydı
halimiz ne olurdu! İşte bu da onların şükürleri
olur.”
44-45
– Cennetlikler
cehennemliklere: “Biz, Rabbimizin bize vaad ettiği şeylerin
gerçek olduğunu gördük; siz de Rabbinizin size vaad
ettiklerinin gerçekleştiğini gördünüz mü?”
deyince onlar: “Evet” diye cevap verirler.
Derken bir
görevli aralarında: “Allah’ın lâneti o zalimlere
olsun ki onlar insanları Allah yolundan uzaklaştırır,
onu eğri büğrü göstermek isterlerdi ve onlar âhireti
de inkâr ederlerdi” diye nida eder. [37,54-59;
52,14-16]
Geçmiş
asırlarda cennet ile cehennem arasında çok uzun
mesafe olması itibariyle sesin nasıl gideceği sorusu
sorulmuştur. 20. asırdaki iletişim keşifleri on
binlerce km. ötesi ile konuşmayı çocuklar için bile
günlük iş haline getirmiştir.
46
– İki taraf arasında
bir perde, A’râf üzerinde de cennetlik ve
cehennemliklerin her birini simalarından tanıyacak
kimseler vardır ki onlar, henüz cennete girmemiş,
fakat girmeyi şiddetle arzular olarak cennetliklere
“selamün aleyküm” diye seslenirler. [57,13]
A’râf: Arf’in çoğuludur. Yüksekçe olan her şeye arf denilir. Meşhur
görüşe göre A’râf, cennet ile cehennem arasındaki
sûrun yüksek tepeleri, demektir. Hasan el-Basrî (r.h)
demiştir ki: A’râf, marifet kelimesinden olup
cennetliklerle cehennemlikleri simalarından tanıyan
kimseler demektir.
Hasılı
A’râf hakkında iki görüş vardır: Birincisi Ebû
Huzeyfe ve diğer bazı zevattan rivâyet edildiği üzere
bunlar, amelde kusur etmiş ve mizanda iyilikleri ile kötülükleri
eşit gelmiş, Allah’ı bir tanıyan kimselerdir ki
cennet ile cehennem arasında bir süre kalırlar. Sonra
Hak Teâla, haklarında bir hüküm verir. İkincisi:
Bunlar peygamberler (a.s.), şehitler, hayırlılar, âlimler
gibi yüksek dereceli zatlardır. Âyetin sonundaki lem
yedhulûhâ (henüz cennete girmemiş olanlar)
birinci görüşe göre, A’râf ehlini tavsif eder:
Yani cennetlikler cennete girmiş, bunlar girmemişlerdir.
Fakat arzu ve ümid ederler. Onlara özenirler de
“Selam ve selamet size” derler. İkinciye göre ise,
o sırada cennet ehlinin halidir. Yani henüz cennete
girmemiş ve girmek ümidinde bulunmuş oldukları sıradadır
ki A’râf ehli, onları selamete ereceklerine dair müjdelerler.
47
– Gözleri
cehennemlikler tarafına çevrildiğinde: “Aman ya
Rabbenâ, aman bizleri o zalimlerle beraber eyleme!”
derler.
48-49
– A’râf ashabı,
simalarından tanıdıkları bir kısım kimselere
seslenip:
“Gördünüz
ya, ne topladığınız mallarınızın, ne onca
taraftarlarınızın, ne de büyüklük taslamalarınızın
ve o çalımlarınızın size hiç bir faydası olmadı!”
O
cennetlikleri göstererek “Sahi, şunlar “Allah,
bunları asla lütfuna nail etmez” diye yeminler edip
hor gördüğünüz kimseler değil miydi?
İşte
onların ne yüce mevkide olduklarını şimdi anladınız
değil mi? derler ve sonra o cennetliklere dönerek:
“Buyurun
girin cennete, derler, size korku ve endişe olmadığı
gibi, siz asla üzüntü de görmeyeceksiniz.”
50
– Cehennemlikler
cennetliklere: “Ne olur, lütfen suyunuzdan, Allah’ın
size nasib ettiği nimetlerden biraz da bize gönderin!”
diye seslenirler.
Onlar da:
“Allah bunları kâfirlere haram etmiştir, bunlar kâfirlere
yasaktır.” diye cevap verirler. {KM,
Luka 16,19-26}
51
– O kâfirlere ki
onlar dinlerini oyun ve eğlence konusu haline getirmişlerdi;
dünya hayatı kendilerini aldatmıştı.
İşte
onlar, kendilerinin en önemli günü olan bu günkü
karşılaşmayı unuttular ve âyetlerimizi bilerek inkâr
ettikleri gibi,
Biz de bugün
onları unutup kendi hallerine terkedeceğiz. [20,52;
9,67; 126,45-34]
52
– Gerçekten onlara
tam bir vukufla mânalarını bir bir bildirdiğimiz ve
iman edecek kimseler için bir hidâyet, bir rahmet olan
bir kitap getirdik. [11,1;
4,166]
Âyette
geçen tafsil etme: Akaid esasları, fıkhî hükümler,
mev’izalar, kıssalar gibi çeşitli bölümlere
girecek âyetleri, ayrı ayrı bildirme mânasına gelir.
53
– Fakat onlar:
“Hele bakalım nereye varacak?” diye sadece bu kitabın
dâvetinin âkıbetini gözlüyorlar. O’nun haber
verdiği müthiş akibet geldiği gün, daha önce onu
unutup bir tarafa bırakanlar şöyle diyecekler:
“Gerçekten
Rabbimizin elçileri bize hakkı tebliğ etmişlermiş?
Acaba burada bize şefaat edecek birisi bulunur mu?
Yahut geri döndürülmemiz imkânı olur mu ki bu sefer
yaptığımız kötü işlerin yerine güzel güzel işler
yapabilelim?”
Muhakkak ki
onlar, kendilerini hüsrana uğrattılar. Uydurdukları
sahte tanrıları da kendilerinden uzaklaşıp ortadan
kayboldular. [6,27-28]
54
– Rabbiniz o
Allah’tır ki gökleri ve yeri altı günde yarattı.
Sonra da arşa istiva buyurdu. O Allah ki geceyi,
durmadan onu kovalayan gündüze bürür. Güneş, ay ve
bütün yıldızlar hep O’nun buyruğu ile hareket
ederler. İyi bilesiniz ki yaratmak da, emretmek yetkisi
de O’na mahsustur. Evet o Rabbülâlemin olan Allah ne
yücedir! [10,3; 11,7;
25,59; 71(tamamı) 36,37-40] {KM,
Tekvin 2,2-3}
İstiva: Sözlükte istikrar etmek, yani karar kılmak, kurulmak, yükselmek
gibi mânalara gelebilir. Arş ise hükümdarların
oturdukları taht demektir.
Selef-i
Salihin böylesi müteşabih âyetleri tevil etmeksizin
olduğu gibi kabul eder, yalnız Allahı mahlûklara
benzetmekten, o kelimelerin kullar hakkında ifade ettiği
noksan sıfatlardan tenzih ederler. Müteahhirun ise,
avam benzetme tehlikesine düşmesin diye muhkem âyetlerin
ışığında tevil edip hakimiyet, istîla, mülk anlamına
alırlar. Bu âyet Allah’ın kâinattaki sınırsız
icraatlarını gökleri ve yeri altı günde yaratmasını,
güneşi ayı, yıldızları çekip çevirmesini anlatırken,
kâinatı yönetmede O’nun rububiyet mertebesini, bir
sultanın saltanat tahtında durup etrafa emirler yağdırmasını,
böylece işleri düzenlemesini bu tarzda beyan buyurmuştur.
Arşa çıkıp hükmetmek ekseriya bu mânada kullanılır.
Müteahhir alimlerin bu izahları makbul olmakla beraber,
selefin tutumu daha eslem bir yol sayılır.
55
– Rabbinize için için
yalvararak, başka nazarlardan uzak, gizlice dua edin.
Gerçekten O, haddi aşanları hiç sevmez.
[7,205] {KM, Matta
6,6}
Yüksek
sesle dua etmek, makul olmayan şeyler (mesela nübüvvet
gibi) veya günah olan şeyleri istemek, duayı uzatmak
“duada haddi aşmak” kabilindendir.
56
– Düzeltilmiş olan
ülkeyi ifsad etmeyin. Hem endişe, hem de ümit ile
O’na yalvarın. Muhakkak ki Allah’ın rahmeti iyi
kimselere yakındır. [7,156]
57
– O dur ki, rahmeti
olan (yağmurun) önünden müjdeci olarak rüzgarlar göndedir.
Nihayet bu rüzgarlar o ağır bulutları hafif bir şeymiş
gibi kaldırıp yüklendiklerinde, bakarsın Biz onları,
ekinleri ölmüş bir ülkeye sevkeder, derken oraya su
indiririz de orada her türlüsünden meyveler, ürünler
çıkarırız.
İşte ölüleri
de böyle çıkaracağız. Gerekir ki düşünür ve
ibret alırsınız. [22,5-6;
30,19.50; 35, 9; 42,28]
Havanın,
sırf hareketten aldığı kuvvetle su taneciklerinin
toplanmasından ibaret olan o ağır bulut kütlelerini
kaldırıp yüklenmesi, bir harikadır. Zira tabiata göre
hafif, çok ağır yükü kaldırıp taşıyamaz. Fakat,
Rabbimiz bu harika özellikleri tabiata kanun olarak
yerleştirmek suretiyle muazzam kudret ve rahmetini tanıttırmak
istemiştir. Hareketin, hafiflik ve aşırılık hükmünü
tersine çevirdiğine işaret eden bu mânayı öğrenme
neticesinde uçaklar yapılmıştır. “Ağır bulut kütlelerini
yüklenip kaldıran hava” cümlesi, Kur’ân’ın
fennî mûcizelerinden birini ihtiva etmektedir. Bu işaretle
Kur’ân cisimlerin havada uçacaklarına ima ve teşvik
etmektedir.
58
– Toprağı verimli
güzel bir diyarın bitkisi, Rabbinin izniyle yeşerip
çıkar.
Çorak,
verimsiz olan bir yerin bitkisi ise çıkmaz, çıkan da
bir şeye yaramaz.
İşte şükredecek
kimseler için Biz, âyetleri böyle farklı üsluplarla
tekrar tekrar açıklarız.
59
– Celalim hakkı için,
Biz Nûh’u resul olarak halkına gönderdik.
“Ey halkım!
dedi, Yalnız Allaha ibadet edin. Ondan başka tanrınız
yoktur.
Bunu
yapmazsanız, korkarım ki müthiş bir günün azabı
tepenize inecektir.”
Eski
Yunan, Mısır, Hint, Çin ve Babil edebiyatlarında da
Hz. Nuh (a.s.) kıssasına benzer kıssalar vardır.
Hatta Avustralya, Yeni Gine, Malaya, Burma, Amerika’nın
çeşitli yerlerinde de benzeri anlatımlar vardır. Bütün
bunlar bu anlatımların, Hz. Âdem’in çocuklarının
dağılmadan önceki ortak taraflarını dile getirmiş
olabileceğini gösterir. Olayın aslı vardır, fakat
her yer, kendi tasavvur ve tahayyüllerini ortaya
koymaktadır.
60
– Halkının söz
sahibi yetkilileri: “Biz seni besbelli bir sapıklık
içinde görüyoruz” dediler. [83,32;
46,11]
61-63
– “Ey halkım!
dedi, bende hiçbir dalâlet yok, fakat ben Rabbulâlemin
tarafından size bir elçiyim.
Size
Rabbimin mesajlarını tebliğ ediyorum, size öğüt
veriyorum ve Allah tarafından gelen vahiy sayesinde,
sizin bilemeyeceğiniz şeyleri biliyorum.”
“Kötülüklerden
korunup Allah’ın merhametine nâil olmanız için, içinizden
sizi uyaracak bir adam vasıtasıyla, Rabbinizden size
bir buyruk gelmesine mi şaşıyorsunuz? [23,32;
2,151]
64
– Onlar Nûh’u
yalancı saydılar. Biz de onu ve yanında olanları
gemide kurtardık, âyetlerimizi yalan sayanları ise boğduk.
Çünkü onlar basîretleri körelmiş kimselerdi.
[29,15; 71,25]
65
– Âd halkına da
kardeşleri Hûd’u elçi olarak gönderdik.
“Ey benim
halkım, dedi, yalnız Allah’a ibadet edin, O’ndan
başka tanrınız yoktur.
Hâla ona
karşı gelmekten sakınmayacak mısınız? [53,50;
89,6-8]
Âd
kavmi, Güney Arabistandan başlayarak Doğu Arabistanda
Iraka kadar uzanan çok geniş bir coğrafyada hüküm süren
bir devlet kurmuştu. Hz. Hud (a.s.)’a ait olduğu söylenen
bir kabir Hadramut tarafında bulunmaktadır. 19. asrın
ortalarında bulunan kitabelerde Hz. Hud’dan bahseden
metinler bulunmuştur. İlk Âd kavminin soyunun kuruduğu,
Hz. Hud’a inananların ise felaketten kurtulup Âd adı
ile devam ettiği anlaşılıyor. M.Ö. 1800 yıllarında
yer almış bir kitabede Hz. Hud’un bağlılarından
bahsedilmektedir.
66
– Kavminin kâfir
yetkilileri: “Biz, dediler, seni bir çılgınlık,
bir beyinsizlik içinde bocalar görüyoruz ve senin
yalancılardan biri olduğunu düşünüyoruz.”
67
– “Ey halkım!
dedi, bende çılgınlık, beyinsizlik yok, fakat ben
sadece Rabbülâlemin tarafından size bir elçiyim.”
68
– “Size Rabbimin
buyruklarını tebliğ ediyorum.
Ben sizin
iyiliğinize çalışan, sizi uyaran güveneceğiniz bir
insanım.”
69
– Sizi başınıza
gelebilecek tehlikeler hakkında uyarmak için sizden
birine Rabbiniz tarafından bir tebliğ gelmesine hayret
mi ediyorsunuz?
Hatırlayın
ki, O sizi Nuh kavminden sonra onların yerine geçirdi
ve sizi bedenen güçlü kuvvetli, gösterişli kıldı.
O halde
Allah’ın nimetlerini unutmayıp zikredin ki felah
bulasınız.”
70
– “Yâ!”
dediler “Sen bize yalnız Allah’a ibadet edelim,
atalarımızın taptıklarını ise bırakalım diye mi
geldin?
Eğer doğru
söyleyenlerden isen haydi, bizi tehdit edip durduğun o
felaketi başımıza getir de görelim!”
71
– “İşte! dedi,
“üzerinize Rabbinizden bir azap fırtınası ve bir hışım
indi.
Siz, sizin
ve atalarınızın uydurduğu ve zaten tanrılaştırılmalarına
dair Allah’ın da hiçbir delil göndermediği birtakım
boş isimler hakkında mı benimle tartışıyorsunuz?
Gözleyin
öyleyse azabın gelişini!
Ben de
sizinle beraber gözlüyorum.”
72
– Biz de onu ve
beraberinde olanları, tarafımızdan bir lütuf olarak
kurtardık ve âyetlerimizi yalan sayıp iman
etmeyenlerin ise kökünü kestik. [69,6-8]
73
– Semud halkına da
içlerinden biri olan kardeşleri Salih’i gönderdik.
“Ey benim
halkım!” dedi, “yalnız Allah’a kulluk edin,
sizin O’ndan başka tanrınız yoktur.
İşte size
Rabbinizden açık bir delil, bir mûcize geldi.
İşte
Allah’ın devesi de size bir âyet!
Onu kendi
haline bırakın, Allah’ın diyarında otlasın, sakın
ona bir fenalık yapmayın.
Yoksa sizi
acı veren bir azap yakalayıverir. [11,64;
17,59; 26,155; 54,27-28]
Semud, Âd kavminden sonra Arabistanda en yaygın halktır. Eski Arap
şiirinde olduğu gibi, Eski Yunan ve Rum tarihçi ve coğrafyacıları
da Semud halkından bahsederler. Bu kavim Kuzeybatı
Arabistanda Hicr denilen bölgede otururdu. Başkentleri
şimdi, Medayin Salih adı ile anılmaktadır. Bu halkın
tepelerde oydukları taş evler, bu güne bile ulaşmıştır.
Kur’ân’ın
geldiği sırada Mekkeliler Şam’a ticaret için
giderken, Hicr kalıntılarının yanından geçiyorlardı.
Bir defasında Hz. Peygamber (a.s.) ashabı ile oradan
geçerken: “Burası Allah’ın gazabı ile helâk
olan bir halkın diyarı idi. Siz de buradan tiksinerek
geçin. Burası eğlenecek değil, hüzünlenecek bir
yerdir” deyip oradan çabuk ayrılmayı tavsiye etmiştir.
74
– Bir de düşünün
ki Allah sizi Âd halkına halef yaptı ve dünya üzerinde
size imkânlar bahşetti.
Arzın düzlüklerinde
saraylar kurup, dağlarını yontarak evler yapıyorsunuz.
Allah’ın nimetlerini düşünün de, bozgunculuk
yaparak dünyada karışıklık çıkarmayın.” [26,149;
53,50]
75
– Kavminden büyüklük
taslayanlar, içlerinden zayıf görünen müminlere
alay yollu: “Siz, gerçekten Salih’in Rabbi tarafından
size elçi olarak gönderildiğini biliyor musunuz?
dediler.
Onlar da:
“Elbette, biz onunla gönderilen her şeye inandık,
iman ettik” diye cevap verdiler.
76
– O
kibirlenenler ise, “Doğrusu, biz sizin iman
ettiğiniz şeyi inkâr ediyoruz” dediler.
77
– Derken deveyi boğazladılar
ve
Rab’lerinin emrinden çıkıp O’na isyan ettiler
ve dediler
ki: “Hey Salih! Sen gerçekten resullerden isen, bizi
tehdit edip durduğun o azabı getir de görelim!”
78
– Bunun üzerine o
şiddetli sarsıntı onları kıskıvrak yakaladı da
yurtlarında çökekaldılar.
79
– Gördüğü müthiş
manzara karşısında Salih, yüzünü üzüntü ile öteye
çevirip
“Ey halkım!”
dedi, “Ben size Rabbimin buyruklarını tebliğ ettim,
sizin iyiliğinize
çalıştım, size öğütler verdim.
Lâkin siz,
iyiliğinizi isteyip öğüt verenleri bir türlü
sevmediniz gitti!”
80
– Lût’u da gönderdik.
Halkına dedi ki: “Daha önce hiç kimsenin yapmadığı
pek çirkin bir işi siz mi yapıyorsunuz? {KM,
11,27-28; 19,1}
Sodom
halkında iyice yayılmış bu çirkin fiil, yani eşcinsellik
bazı yerlerde maalesef devam etmektedir. Ama buna rağmen
insanlığın büyük ekseriyeti tarafından hayasız
bir fiil olarak kabul edilmektedir. Bu işi normal karşılayanlar,
eski Yunan filozofları ile modern dünyada bir kısım
avrupalı ve amerikalılar olmuşlardır. 20. asrın son
çeyreğinde ortaya çıkan ve başlıca yayılma yolu
bu gayri meşrû ve gayri fıtrî cinsel ilişkiler olan
AIDS hastalığı, fıtrat dışına çıkan insanlığa
ilahî bir tokattır.
81
– “Siz kadınların
ötesinde, şehvetle erkeklere gidiyorsunuz ha! Yok, yok
anlaşıldı! Siz haddini aşmış bir milletsiniz!”
82
– Kavminin ona verdiği
cevap şundan ibaret oldu:
“Çıkarın
bu adamları memleketinizden!
Çünkü bu
beyler pek temiz insanlar!” [27,56]
83
– Biz de onu ve
ailesini kurtardık.
Ancak eşi geride
kalıp helâk olanlardan oldu. [11,81;
21,74; 51,35-36] {KM,
Tekvin 19,26}
84
– Üzerlerine bir
azap yağmuru yağdırdık.
İşte bak,
mücrimlerin sonu nice oldu!
85
– Medyen ahalisine
de içlerinden biri olan Şuayb’ı gönderdik.
“Ey benim
halkım!” dedi, “yalnız Allah’a kulluk edin,
sizin O’ndan başka tanrınız yoktur.
İşte size
Rabbinizden açık delil geldi.”
“Artık
ölçüyü, tartıyı tam yapın,
insanların
haklarını eksiltmeyin, halka haksızlık etmeyin,
ülkede düzen
sağlanmışken fesat çıkarıp huzuru bozmayın.
Bana inanıp
bu dediklerimi yapmanız sizin için elbette hayırlıdır.”
[83,1-6] {KM,
Çıkış 3,1; 2,18; Sayılar 10,29}
86
– “Hem öyle
tehditler savurarak, yol başlarını tutup,
Allah’a
iman edenleri Allah’ın yolundan çevirmeyin
ve bu yolun
eğri büğrü olduğuna dair, şüpheler verip halkı
yanıltmayın.”
“Hem düşünün
ki bir zaman siz sayıca pek az idiniz. Öyle iken Allah
sizi çoğalttı.
Ülkeyi
bozan o müfsitlerin sonunun nasıl olduğuna bakın da
ibret alın!”
87
– “Eğer benimle gönderilen
gerçeğe içinizden
bir kısmı inanıyor, bir kısmınız inanmıyorsanız,
eh ne diyeyim, o halde, aramızda Allah hükmünü
verinceye kadar bekleyin.
Zaten hüküm
verenlerin en iyisi O’dur.”
88
– Halkından
kibirlenen eşraf grubu: “Bak Şuayb! dediler, yeminle
söylüyoruz:
Ya tekrar
dinimize dönersiniz. Ya da seni de, sana inanan
taraftarlarını da ülkemizden süreriz!”
Şuayb şöyle
cevap verdi: “Peki, istemesek de mi dinimizden döndürüp
süreceksiniz (Ya istemezsek ne olacakmış!)
89
– “Allah bizi
sizin o batıl dininizden kurtardıktan sonra kalkıp
tekrar dininize dönecek olursak Allah’a büyük bir
iftira atmış oluruz.
Allah göstermesin,
sizin inancınıza dönmemiz kesinlikle mümkün değil!
Rabbimizin ilmi her şeyi kapsar.
Biz yalnız
Allah’a dayanırız.
Ey bizim
Rabbimiz! Bizimle şu halkımız arasında Sen âdil hükmünü
ver, haklı haksız açığa çıksın. Sen elbette hüküm
verenlerin en iyisisin!” [26,118]
90
– Kavminden inkâra
sapan ileri gelenler “Eğer Şuayb’a uyacak olursanız
kesinlikle perişan olursunuz!” diye tehditte
bulundular.
91
– Derken şiddetli
bir deprem onları kıskıvrak yakaladı ve derhal
oldukları yerde çökekaldılar. [11,94;
26,189]
92
– Şuayb’ı yalancı
sayanlar...
onlar değildi
sanki vatanlarında, şen şakrak dolaşanlar!
Şuayb’ı
yalancı sayıp perişan etmek isteyenler... asıl perişan
olanlar, işte onlar oldular.
93
– Gördüğü müthiş
manzara karşısında Şuayb, yüzünü üzüntü ile öteye
çevirip:
“Zavallı
halkım!” dedi, “ben size Rabbimin buyruklarını
tebliğ etmiştim, sizin iyiliğinize çalışmıştım,
size öğütler vermiştim!
Artık böyle
nankör, böyle kâfir bir toplum için ne diye üzülüp
kendimi harap edeyim!”
94
– Biz hangi ülkeye
peygamber gönderdiysek, mutlaka ilkin oranın halkını,
gafletten uyarsın,
Allah’a yönelip
yalvarsınlar diye yoksulluğa, hastalık ve musîbetlere
duçar ederiz.
95
– Sonra o kötü
durumları değiştirip güzellikleri yayarız.
Zamanla
ahali çoğalıp “Vaktiyle atalarımız gâh üzülmüş,
gâh sevinmişlerdi.” derler
ve fakat
olaylardan ibret alıp şükretmezler.
Derken, o
bilinçsiz halleriyle, hiç hatırlarından geçmezken,
ansızın onları tutup bastırırız.
96
– Eğer o ülkelerin
ahalisi iman edip Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı,
elbette Biz üzerlerine gökten, yerden nice bereket ve
bolluk kapılarını açardık. Fakat onlar
peygamberleri yalancı saydılar, Biz de işledikleri kötülükler
sebebiyle kendilerini cezaya çarptırdık. [37,147-148;
10,98; 34,34]
97
– Peki o ülkelerin
ahalisi, geceleyin uyurlarken satvetimizin kendilerine
baskın halinde gelivermesinden emin mi oldular?
98
– Yoksa onlar güpegündüz
eğlenirlerken azabımızın kendilerine gelmesinden
emin mi oldular?
99
– Yoksa onlar
Allah’ın anzısın kendilerini azapla bastırmasından
emin mi oldular?
Fakat şu
muhakkak ki, kendilerine yazık eden kimselerden başkası,
Allah’ın anzısın bastırıvermesinden emin olamaz.
100
– Önceki
sahiplerinden sonra dünya mülküne varis olanlar hâlâ
şu gerçeği anlamadılar mı ki, eğer dilemiş olsaydık
kendilerini de günahları sebebiyle musîbetlere uğratırdık?
Fakat biz
kalplerini mühürleriz de onlar işitmez, anlamaz hâle
gelirler. [20,128; 32,29;
14,44-45; 19,98; 22-45-46]
|