KUR'AN-I KERİM İNDEKS
7 – A’RÂF SÛRESİ (101-206)
101
– İşte o ülkelerin haberlerinden
bir kısmını sana böylece anlatıyoruz. Oraların halklarına peygamberlerimiz
açık deliller, mûcizeler getirdiler.
Fakat onlar iman
etmediler. Çünkü ondan önce tekzip ve inkâr etmeyi âdet haline getirmişlerdi.
Allah kâfirlerin kalplerini işte böyle mühürler! [17,15;
11,101-102]
102
– Biz onların çoğunda sözünde
durma diye bir şey bulmadık; onların ekserisinin sadece itaat dışına
çıkmış kimseler olduğunu gördük. [21,25;
57,8]
103
– Onlardan sonra Mûsâ’yı
âyetlerimizle Firavun’a ve onun ileri gelen yetkililerine gönderdik.
Onlar âyetlerimize
haksızlık ettiler. Ettiler de, bak o müfsitlerin âkıbeti nice oldu!
[20,42-79; 27,14] {KM, Çıkış 7 ve
15. bölümler}
Mele’: Aynı görüş ve maksatla bir araya gelip şekil ve görünüşleri,
kıymet ve önemleri ile göz dolduran hey’et. Meselâ bir dernek, bir kabine,
bir parlamento, bir ordunun bütünü adına söz söylemeye yetkili kişilerin
teşkil ettikleri hey’et. Firavun’un bu danışma meclisine hitaben “Ne
buyurursunuz?” (7,110) demesinden, bunların yönetimde önemli yerlerinin
olduğu anlaşılıyor.
104
– Mûsâ: “Ey Firavun, dedi,
ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilen bir resulüm.”
Hz.
Mûsâ (a.s.)’ın muhatabı Firavun’un M.Ö. 1292-1225 arasında yaşayan Ramses
II olduğu kabul edilir. İsrailoğullarının takvimine göre Hz. Mûsâ M.Ö.
1272 yılında vefat etmiştir. Fakat bu tarihler takribidir. Çünkü İsrail,
Mısır ve Hıristiyan takvimlerinin tarihlerini uzlaştırmak pek zordur.
Bu Firavun’un oğlunun adı Mineftahdır. Mısır’dan çıkış öncesinde Hz.
Mûsâ’nın muhatabı Firavun da muhtemelen budur.
105
– “Başta gelen görevim,
Allah Teâla hakkında, gerçek dışı bir şey söylemememdir.
Gerçekten size
Rabbinizden çok açık bir belge getirdim.
Artık İsrailoğullarını
benimle beraber gönder.”
Hz.
Yusuf (a.s.) kuyudan çıkarılıp satılınca Mısırda Vezirin sarayında kalmış,
daha sonra da Mısırın Maliye bakanı olmuştu. Babası Hz. Yâkubu (a.s.),
dâvet etmiş, o da ailesi ve İsrailoğulları ile Filistinden beraberce
gelip Mısır’a yerleşmişlerdi. Zamanla, Mısır Firavunları onlara parya,
hizmetçi muamelesi yapmış, ağır işlerde çalıştırmaya gitmişlerdi. Onlara
zulüm ve işkence uygulamışlardı. Mûsâ (a.s.) onlardan, muvahhit bir
ümmet teşkil etmek için Firavunlara esir olmaktan kurtarıp, hür olarak,
vatanları Filistin’e yerleştirmek istemişti.
106
– “Eğer, dedi Firavun, gerçekten
getirdiğin bir belge varsa ve sen doğru söyleyen biri isen, onu ortaya
koy da görelim.”
107-108
– Bunun üzerine Mûsâ, asasını
yere bırakıverdi, bir de ne görsün: o koskoca bir ejderha kesilmiş!
Elini sıyırıp çıkardı,
bir de ne görsün: Bakan kimseler için parlak mı parlak, ışık saçan bir
el haline gelmiş! [20,18-22] {KM,
Çıkış 4,2-8}
109
– Firavun’un ileri gelen
yetkilileri: “Anlaşıldı, bu usta bir sihirbaz!” dediler.
110
– Firavun: “Bu adam, dedi,
“sizi yerinizden yurdunuzdan etmek peşinde! Görüşünüz nedir bu konuda?”
111-112
– Yetkililer: “Onu ve kardeşini
alıkoy, bütün şehirlere de görevliler yolla, usta sihirbazların hepsini
senin huzuruna getirsinler” dediler.
113
– Bütün büyücüler Firavun’a
gelip: “Galip gelecek olursak, herhalde mutlaka bize büyük bir mükâfat
verilir, değil mi?” dediler. [27,57-60]
114
– Firavun: “Elbette! Üstelik
siz benim gözdelerimden olacaksınız” dedi. [3,45;
4,172]
115-116
– Büyücüler: “Mûsâ! Önce
sen mi hünerini ortaya koyacaksın yoksa biz mi koyalım?” deyince Mûsâ:
“Siz ortaya koyun!” dedi.
Vakta ki atacaklarını
ortaya koydular, halkın gözlerini büyülediler, onları dehşete düşürdüler,
hasılı müthiş bir sihir sergilediler. [2,124;
4,79]
117
– Biz de Mûsâ’ya “Asanı
yere bırak” diye vahyettik.
Bir de ne baksınlar:
Asa onların yaptıkları sihir, gözboyacılık kabilinden her şeyi yutuyor!
[20,69; 26,45] {KM,
Çıkış 7,12}
118
– Böylece gerçek ortaya
çıktı ve onların bütün yaptıkları boşa çıktı.
119
– İşte o Firavun ve takımı
yenilip küçük düştüler.
120
– Büyücüler hep birden
secdeye kapandılar.
121-122
– “İman ettik” dediler,
“O Rabbul-âlemine, Mûsâ ve Harun’un Rabbine!”
123-124
– Firavun: “Demek siz,
dedi, benden izin almadan ona iman ettiniz hâ!
Şüphe yok ki bu,
yerli olan kıbtî ahaliyi yurtlarından sürmek için, sizin şehirde beraberce
planladığınız gizli bir oyundur.
Ama yakında bileceksiniz
başınıza gelecekleri!
Evet, ellerinizi
ve ayaklarınızı, değişik taraflardan olarak keseceğim, sonra da hepinizi
toptan asacağım!” [20,71]
125-126
– Onlar: “Biz elbette Rabbimize
döneceğiz.
Senin bize kızman
da sırf Rabbimizin bize gelen âyetlerine iman etmemizden!
Biz de O’na yönelerek
deriz ki: “Ey bizim büyük Rabbimiz! Sabır kuvvetiyle doldur kalbimizi,
yağmur gibi sabır yağdır üzerimize
ve sana teslimiyette
sebat eden kulların olarak can emanetimizi teslim al!” [20,72-75]
127
– Firavun’un halkının yetkilileri
ona: “Ne yapıyorsun, Mûsâ ile kavmini, seni ve senin tanrılarını terketsinler,
ülkede bozgunculuk yapsınlar diye kendi hallerine mi bırakacaksın?”
dediler.
Firavun: “Hayır,
onların erkek evlatlarını öldürüp, kız çocuklarını hayatta bırakacağız.
Biz elbette onların
üzerinde tam bir hakimiyet sahibiyiz” diye cevap verdi.
Bir
önceki Firavun da Hz. Mûsâ’nın dünyaya geleceği sırada İsrailoğullarının
çoğalmamaları için böylesi bir uygulama yapmıştı. Hz. Mûsâ’ya tâbi olanlara
uygulanan bu ikinci işkence döneminin Mineftah adlı Firavun’un yönetimine
rastladığı söylenmektedir.
128
– Mûsâ kavmine şöyle dedi:
“Allah’tan yardım dileyin ve sabredin.
Muhakkak ki dünya
Allah’ın mülküdür; kullarından dilediğini oraya varis kılar.
Güzel âkıbet, elbette
müttakilerindir.”
129
– İsrailoğulları: “Biz,
hem sen bize gelmeden önce, hem de sen bize peygamber olarak geldikten
sonra işkenceye mâruz kaldık!” diye yakındılar.
Mûsâ ise, şöyle
dedi: “Hele biraz daha sabredin. Umulur ki, Rabbiniz düşmanlarınızı
imha eder de, onların yerine sizi hakim kılıp nasıl hareket edeceğinize
bakar.”
130
– Biz Firavun hanedanı
düşünüp ibret alsınlar diye, senelerce onları kuraklık, kıtlık ve ürün
azlığı ile cezalandırdık.
131
– Onlara iyilik, bolluk
geldiğinde: “Hâ işte bu bizim hakkımız! Kendi becerimizle
bunu elde ettik” derlerdi.
Eğer kendilerine
bir kötülük gelirse onu, Mûsa ile beraberindeki müminlerin uğursuzluklarına
verirlerdi.
Dikkat edin, iyiliği
olduğu gibi kötülüğü de yaratmak, ancak Allah’ın kudretiyledir
fakat onların çoğu bilmezler.
132
– Ve şöyle derlerdi:
“Bizi büyülemek için sen hangi mûcizeyi getirirsen getir, imkânı
yok, sana inanacak değiliz!”
133
– Biz de kudretimizin ayrı
ayrı delilleri olarak onların üzerine tufan gönderdik,
çekirgeler gönderdik,
haşerat gönderdik,
kurbağalar
gönderdik, kan gönderdik.
Yine de inad edip
büyüklük tasladılar ve suçlu bir topluluk oldular. [17,101;
27,12] {KM, Çıkış
7 ve 12. bölümler; Mezmurlar 105;28-36}
Firavun
halkına gönderilen bu felaketlerin gerek nitelikleri, gerek süreleri
hakkında, Kur’ân’da hiçbir bilgi ve işaret bulunmuyor. İsrailiyat
kaynaklı ayrıntılı hikayeler bazı tefsirlerde
yer almıştır.
134
– Azap üzerlerine çökünce
dediler ki: “Mûsâ! Rabbin ile arandaki ahit uyarınca, bizim için
O’na yalvar.
Eğer bu azabı
üstümüzden kaldırırsan, mutlaka sana inanacak ve İsrailoğullarını
da seninle göndereceğiz.”
135
– Biz, geçirecekleri bir
süreye kadar onlardan azabı kaldırınca da yeminlerinden
döndüler.
136
– Biz de âyetlerimizi
yalan sayıp umursamadıkları için onlardan intikam alarak
denizde boğduk. {KM, Çıkış
14,27-28; Tesniye 11,4; Mezmurlar 106,9-11}
137
– Horlanan, ezilen milleti
de, bereketlerle donattığımız o ülkenin doğularına
ve batılarına (yani tamamına) varis kıldık.
Böylece sabretmelerine
mükâfat olarak İsrail oğullarına, senin Rabbinin yaptığı
güzel vaad tamamen gerçekleşti.
Firavun ile kavminin
yaptıkları binaları ve yetiştirdikleri bahçeleri
ise imha ettik. [28,5-6; 44,25-28]
Bazı
tefsirler İsrailoğullarının Mısır’ın
efendileri kılındığını anlamışlardır.
Fakat bu âyetten onların Filistin’e vâris kılındıklarını
anlamak daha makuldür. Zira Mısır’a vâris olduklarına
dair Kur’ân’da bir işaret olmadığı gibi Mısır
tarihinde de buna ait bilgi yoktur.
İsrailoğulları
Firavun’un suda boğulduğu yerin doğusunda bulunan Mısır’a
bağlı toprakların büyük kısmına malik olmuşlardır.
138-140
– İsrailoğullarını
denizden geçirdik.
Derken yolları,
kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir topluluğa uğradı.
“Mûsâ! dediler,
bunların tanrıları olduğu gibi bize de bir tanrı
yapıver!” O ise:
“Siz” dedi, “gerçekten
cahil bir milletsiniz!
Çünkü şu imrendiğiniz
kimselerin dini yıkılmıştır ve yaptıkları
bütün ameller de boşunadır.
Hem Allah size
bunca lütufta bulunup öteki insanlara üstün kılmış olduğu
halde, hiç ben sizin için O’ndan başka bir Tanrı arar mıyım?”
[2,47]
Buradaki
insanlar Sinada yaşayan Mısırlılardı. Hz. Mûsâ
ve kavmi muhtemelen, şimdiki Süveyş ili ile İsmâiliye
arasından bir yerden Kızıldenizi geçmişlerdi. Mısır’a
bağlı Sina yarımadasındaki Mafka şehrinde günümüze
kadar kalan Mısırlılara ait bir mâbed bulunmaktadır.
İsrailoğullarının bunlar gibi inanç sahiplerine
özendikleri anlaşılıyor. 2,93 âyetinden, Mısır’daki
uzun kölelik döneminin İsrailoğulları üzerinde kalıcı
tesirler bıraktığı, bu arada sığır
cinsini tanrılaştırma alışkanlığı
kazandıkları anlaşılıyor.
141
– Hem düşünün ki, sizi
Firavun hanedanından kurtarmıştık.
Onlar ki size pek
acı bir işkence uyguluyor, oğullarınızı
hep öldürüyor, kızlarınızı ise, kendilerine hizmetçilik
etmeleri için hayatta bırakıyorlardı.
Bunda, Rabbiniz
tarafından size büyük bir imtihan vardı. {KM,
Çıkış 1,16}
142
– Otuz geceyi ibadetle
geçirmesi ve Tevrat’ı almaya hazırlanması için, Mûsa
ile sözleşip huzurumuza kabul ettik.
Sonra on gece daha
ilave ettik. Böylece Rabbinin belirlediği müddet tam kırk
gece oldu.
Mûsâ, kardeşi
Harun’a: “Kavmim içinde benim vekilim ol, onları güzelce yönet
ve sakın müfsitlerin yoluna uyma!” dedi. [2,51]
{KM, Çıkış 19. bölüm ve 24,18;
34,28; Tesniye 9,9; 5,2-4}
İsrailoğulları
hürriyetlerine kavuşunca muvahhid topluluğun uyacakları
şeriatı bildirmek üzere Cenab-ı Allah Hz. Mûsâ’yı
kırk günlüğüne Sinaya çağırdı. Sina dağının
tepesinde bugün, Hz. Mûsâ’nın kırk gün kaldığı
mağara bulunur. Kutsal bir ziyaret yeri olan bu mağara yakınında
bir cami, bir kilise, bir de Justinyen zamanında yapılmış
bir manastır vardır.
143
– Mûsâ tayin ettiğimiz
vakitte gelip de Rabbi ona hitab edince:
“Ya Rabbi, dedi,
göster bana Zatını, bakayım Sana!” Allah Teâla şöyle
cevap verdi:
“Sen Beni göremezsin.
Ama şimdi şu dağa bak, eğer yerinde durursa sen
de Beni görürsün!”
Derken Rabbi dağa
tecelli eder etmez onu un ufak ediverdi. Mûsâ da düşüp bayıldı.
Kendine gelince
dedi ki: “Sübhansın ya Rabbî. Her noksanlıktan münezzeh olduğun
gibi, dünyada Seni görmemizden de münezzehsin.
Bu talebimden ötürü
tövbe ettim. Ben ümmetim içinde Seni görmeden iman edenlerin ilkiyim!”
[4,153] {KM,
Çıkış 33,18.20; Tekvin 32,31. Yuhanna 1,18; I Korintos.
13,12}
Hz.
Mûsâ (a.s.), Allah’ın kelamını işitip onun şevk
ve neşesiyle içinde, Rabbini görme iştiyakı uyandı.
Allah Teâla dünya gözü ile Zatını göremeyeceğini bildirdi.
Cennetliklerin Allah’ı görmek şerefine erecekleri âyet ve
hadislerle sabittir (75,22-23). “Şüphe yok ki siz şu dolunayı
gördüğünüz gibi, Rabbinizi de göreceksiniz.”
144
– Buyurdu ki: “Mûsâ! Ben
seni risaletlerim, mesajlarımla ve hitabıma mazhar etmemle
öbür insanlar arasından seçip mümtaz kıldım.
Şimdi şu
sana verdiğim nübüvveti al ve bu nimetime şükreden kullarımdan
ol!”
145
– Ona verdiğimiz levhalarda,
insanlara öğüt olmak üzere her şeyi tafsilatlı olarak
buyurduk.
Sen bunlara kuvvetle
sarıl ve ümmetine de o hükümlerin daha sevaplı olanlarına
sarılmalarını emret.
İtaat dışına
çıkanların diyarlarını ise nasıl târumar ettiğimi
yakında size göstereceğim.” [28,43]
{KM, Çıkış 24,12; 31,18}
Tevrat,
bu levhaların taştan olduğunu ve yazıların
Allah Teâla tarafından yazıldığını bildirir.
Kur’ân da bunu Allah’a izafe etmekle beraber yazının melek
vasıtasıyla mı, Hz. Mûsâ tarafından mı, bizzat
Allah tarafından mı yazıldığı tasrih edilmez.
“Tevrat’taki
şeylerin en güzeli” kavramı, birkaç yoruma elverişlidir.
Mesela: Farzlar mübahlardan daha güzeldir. Kısas caiz ise de affetmek
daha güzeldir. Birkaç ihtimal varsa, o tefsirlerden biri diğerlerine
göre daha güzel olabilir.
146
– Dünyada haksız yere
büyüklük taslayanları, âyetlerimi gereği gibi anlamaktan uzaklaştırırım.
O kibirlenenler
her türlü mûcizeyi bile görseler yine de onlara iman etmezler. Doğru
yolu görseler o yolu tutmazlar.
Ama sapıklık
yolunu görseler o yola girerler.
Öyle! Çünkü onlar
âyetlerimizi yalan saymayı âdet haline getirmiş ve onlardan
gafil olagelmişlerdir. [6,110; 61,5;
10,96-97]
Kibirliler
kalplerini dışardan gelecek aydınlığa öylesine
kapatmışlar, Allah da onların bütün varlıklarıyla
istedikleri bu sonucu yaratıp kalplerini mühürlemiştir ki
gerek tekvinî, gerek tenzilî yani gerek Allah’ın kâinat kitabına
koyduğu, gerek indirdiği Kur’ân’a dercettiği ilahî âyetlerin
ifade ettiği gerçekleri göremeyecekler, o şan ve şerefi,
o mutluluğu tadamayacaklardır.
Kur’ân
vahiyle indirildiği gibi, onun makbul yorumu da vahiy sırrına
mazhardır. Kur’ân, tevazu ve teslimiyetten uzak olan kibirlilere,
gizli hazinelerini açmaz.
147
– Halbuki âyetlerimizi ve
âhirete kavuşacaklarını yalan sayanların bütün işleri
ve eserleri boşa çıkmıştır. Böyle olmayıp
ne olacaktı ya? Onlar yaptıklarından başkasıyla
mı karşılık göreceklerdi?
Âhirete
inanmadıklarından, orada da bekleyecekleri hiç bir karşılık
olamaz. Mesele bu kadar vazıhtır! Çünkü, âhiretin varlığını
hesabına alarak yaşayanlar oraya göre hazırlananlar,
oradan faydalanmaya hak kazanırlar. Bir şeyi inkâr edenin,
ondan hak taleb etmeye hakkı olamaz.
148
– Mûsâ Tevrat’ı almak
için ayrıldıktan sonra ümmeti, zinet takımlarından,
böğürür gibi ses çıkaran bir buzağı heykeli yapıp
tanrı edindiler.
Görmemişler
miydi ki o heykel onlara hitap edemiyordu, kendilerine yol da gösteremiyordu.
Fakat buna rağmen onu tanrı edindiler ve zalimlerden oldular.
[20,85]
Mısırdan
çıkışın üzerinden daha üç ay geçmeden, buzağıya
tapma şirki İsrailoğulları arasında başlamış
oluyordu. Bunca mûcizelere rağmen, bu dönek tabiatları sebebiyle
kendi soylarından olan bazı peygamberler “İsrail milletini
daha ilk gecesinde kocasına ihanet eden ve kocasından başka
bütün erkeklere sevgi gösteren bir kadına benzetmişlerdir.”
{KM, Hoşea 2,1-13; Hezekiel 16,15-22; Yeremya 2,20}
149
– Ne vakit ki yaptıklarının
saçmalığını anlayıp son derece pişman
oldular ve saptıklarını gördüler. “Yemin olsun ki, dediler,
eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi affetmezse, muhakkak
herşeyimizi kaybedenlerden oluruz.” [20,92-94]
150
– Mûsâ pek öfkeli ve üzgün
olarak halkına dönünce:
“Benden sonra arkamdan
ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrini
çarçabuk terk mi ettiniz!” dedi ve... levhaları yere bırakıverdi.
Kardeşini
başından tuttu, kendisine doğru çekiyordu.
Harun ise ona:
“Anamın oğlu!” dedi: “İnan ki bu millet beni fena halde
hırpaladı, nerdeyse beni linç edip öldüreceklerdi.
Ne olur, düşmanlarımı
üstüme güldürme, beni bu zalim milletle bir tutma!” {KM,
Çıkış 32,1-5}
151
– Mûsâ: “Ya Rabbî, beni
ve kardeşimi affet. Rahmetine bizi de dahil et; çünkü merhamet
edenlerin en merhametlisi Sensin Sen!”
152
– Buzağıya tanrı
diye tapanlar var ya, işte onlara Rab’leri tarafından dünya
hayatında bir gazap ve bir zillet gelecektir. İşte iftiracıları
böyle cezalandırırız Biz! [2,54]
{KM, Çıkış 32, 34-35}
153
– Günahları işledikten
sonra, arkasından tövbe edip iman edenler için ise Rabbin elbette
gafur ve rahîmdir (affı ve merhameti boldur).
154
– Mûsâ’nın öfkesi
yatışınca, levhaları yerden aldı.
Onlardaki yazıda,
Rab’lerinden çekinenler için hidâyet ve rahmet vardı.
Hz.
Mûsâ mikatta iken Samirî’nin aldatmasıyla altından yaptığı
buzağıyı putlaştırma fitnesi, Hz. Mûsâ’nın
dönmesinden sonra yaptığı uyarmalarla telafi edildi.
Mevcut Tevrat’ın altın buzağıyı yapma işini
Hz. Harun’a isnad etmesi, (Krş. Çıkış, 31,1-6;
Bkz. 20, 90-94),
kabul edilemeyecek bir iftira ve cehalettir.
Gelecek
âyette bildirildiği üzere onlar pişman olunca, Allah Teâla
içlerinden yetmiş temsilci seçerek dağdaki mikat yerinde tövbe
etmelerini istedi. Gelecek âyet bu hususu anlatır. Bu yetmiş
kişi Allah’ı açıkça görmek isteyince onları yıldırım
çarpmıştı (2,54-56). Tevrat, bunların, kırılan
levhaların yerine yenilerini almak için mikata çağırıldıklarını
bildirir.
155
– Mûsâ ümmetinden yetmiş
kişi seçti, onları alıp huzura getirdi.
Gelenlerin bu kabul
şerefiyle yetinmeyip Allah’ı açıkça görmek istemeleri
üzerine onları şiddetli bir deprem yakaladı.
Mûsâ: “Ya Rabbî!
dedi, dileseydin beni de bunları da daha önce imha ederdin.
Şimdi bizi
aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından dolayı helâk
mi edeceksin?
Bu sırf Senin
bir imtihanından ibarettir. Dilediğini bu imtihanla şaşırtır,
dilediğine yol gösterirsin.
Sensin bizim Mevlamız!
Affet bizi, merhamet eyle! Sen affedenlerin en hayırlısısın!”
[2,55; 4,153] {KM,
Çıkış 24,100; Sayılar 11,16}
156
– “Bize bu dünyada da,
âhirette de iyilik nasib et. Biz Sana yöneldik, Senin yolunu tuttuk.”
Hak Teâla da şöyle
buyurdu: “Ben dilediğim kimseyi cezalandırırım.
Rahmetim ise her şeyi kaplar.
O rahmetimi de
Allah’a karşı gelmekten korunan, zekât veren ve özellikle
Bizim âyetlerimize iman edenlere nasib edeceğim.” [40,7;
6,54]
157
– Onlar ki yanlarındaki
Tevrat ve İncillerde vasıfları yazılı o ümmî
Peygambere tâbi olurlar.
O Peygamber ki
kendilerine meşrû şeyleri emreder, kötülükleri yasaklar,
kendilerine güzel
ve hoş şeyleri mübah, murdar şeyleri ise haram kılar,
üzerlerindeki ağırlıkları,
sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar.
Ona iman eden,
onu destekleyen, ona yardımcı olan ve onunla beraber indirilen
nûra tâbi olanlar var ya, işte felaha erenler onlardır. [3,81;
61,6]
Hz.
Mûsâ (a.s.) rahmeti kendisi ve halkı için istedi. Allah Teâla da
bunun, ancak bütün insanlığa gönderilecek “Rahmet Peygamberi”
olan âhir zaman elçisine uymaya bağlı olduğunu buyurmak
sûretiyle bu müjdeyi, tüm insanlığa vaad buyurdu. İşte
Mûsâ kıssasının sonuçta vardığı nokta,
bu rahmet şeriatının ve ahir zaman Peygamberinin ileride
geleceği meselesidir.
Burada
Hz. Peygamber hakkında ümmî sıfatının kullanılması
çok dikkate değer. Bu kelimenin “öğrenim görmemiş, okuma
yazma bilmeyen” mânasından başka, bir de Yahudiler arasında
“Kitap sahibi, yani Yahudi olmayan” (gentil) anlamı vardır.
Burada her ikisi de kastedilmiştir. Yahudiler ümmîlere değer
vermezlerdi (3,75). Allah onların yersiz kavmî gurur ve küstahlıklarını
kırmak istemiştir. Hz. Peygamber (a.s.)’ın Tevrat ve
İncîl’de müjdelenmesi hk. bkz. 6,20
158
– De ki: Ey insanlar! Ben
sizin hepinize Allah tarafından gönderilen Peygamberim.
O ki, göklerin
ve yerin hakimiyeti O’na aittir.
O’ndan başka
ilah yoktur. Hayatı veren de, ölümü yaratan da O’dur.
Öyleyse siz de
Allah’a ve O’nun bütün kelimelerine iman eden o ümmî nebîye, o resule
inanın.
Ona tâbi olun ki
doğru yolu bulasınız. [6,19;
11,17; 3,20]
159
– Evet! Mûsâ’nın kavminden
bir topluluk da vardır ki hak dinle insanları doğru yola
götürür ve onunla halk içinde adaleti tatbik ederler. [3,113;
28,52-54; 2,121]
Bunların
kimler olduğu hakkında farklı rivâyetler vardır.
Fakat âyetten açıkça anlaşılan şudur ki bunlar,
selefte, Hz. Mûsâ’dan sonra gelen İsrail neslinden olan peygamberler
ve onlara uyan âdil hükümdarlar, hak hukuk gözeten rabbaniler, hahamlar
ve bunlara tâbi olan bir kısım iyi insanlardı ki, Asr-ı
saadette Hatemu’lenbiya Efendimizi (a.s.) tasdik edenler de bunların
halefleri olmuştur. Demek ki Hz. Mûsâ’nın kavminin hepsi,
yukarıda kötü halleri bildirilenler gibi haksız ve zalim değildirler,
onlar farklı topluluklara ayrılmışlardır.
160
– Biz onları on iki
kabileye, on iki topluluğa ayırdık.
Halkı kendisinden
su istediğinde ona: “Asanı taşa vur!” diye vahyettik.
Derhal on iki pınar
fışkırdı. Her kabile su alacağı yeri belledi.
Bulutu da üzerlerine
gölgelik yaptık.
Kendilerine kudret
helvasıyla bıldırcın da indirdik ve dedik ki:
“Size verdiğimiz
rızıkların temizlerinden yeyiniz!”
Fakat onlar emrimizi
dinlememekle Bize değil, asıl kendilerine zulmediyorlar, kendilerine
yazık ediyorlardı.
Tevrat’a
göre (Sayılar I, 1-54) Allah Hz. Mûsâ’ya, bütün İsrailoğullarını
Sina çölünde toplayıp sayım yaptırmasını emretti.
On iki aşirete ayrılıp teşkilatlandılar. Hz.
Yâkub’un on ikinci oğlu ve Hz. Mûsâ ile Hz. Harun’un dedelerinin
kabilesi Levi aşireti, bunların dışında tutulup
bütün aşiretlerin dinî selametleri ile görevlendirildiler. (Bkz,
5,12)
Bu
âyetten anladığımıza göre Sina çölünde kaldıkları
sürece mûcizevî bir şekilde: 1.Su ihtiyaçları sağlandı.
2.Kavurucu güneşten korunmak için bulutlar gölgelik etti. 3.Gıda
olarak bıldırcın kuşu ile kudret helvası ihsan
edildi.
İki
milyon civarında oldukları söylenen cemaatin böyle bir düzenleme
olmaksızın o çölde durmaları mümkün değildi. Fakat
gelecek âyetlerin de bildirdiği üzere, devamlı sûrette nankörlük
etmişler ve bu nankörlüğün sonuçlarına da katlanmak zorunda
kalmışlardır.
161
– O vakit onlara denildi
ki: “Şu şehre (Kudüse) yerleşin, oranın ürünlerinden
dilediğiniz şekilde yiyin, yararlanın, affını
diliyoruz ya Rabbî!” deyin
ve şehrin
kapısından tevazû ile eğilerek girin ki suçlarınızı
bağışlayalım.
İyi ve güzel
davrananlara, ayrıca daha fazla mükâfatlar vereceğiz.”
162
– Ama aralarındaki
zalimler, sözü kasden değiştirdiler, başka bir şekle
soktular.
Biz de zulmü âdet
haline getirdikleri için üzerlerine gökten azap salıverdik.
163
– Bir de onlara o deniz
kıyısında bulunan şehir halkının başına
gelenleri sor.
Hani onlar sebt
(cumartesi) gününün hükmüne saygısızlık edip Allah’ın
koyduğu sınırı çiğniyorlardı.
Şöyle ki:
Sebt gününün hükmünü gözettiklerinde balıklar yanlarına akın
akın geliyordu;
Sebt yapmadıkları
gün ise gelmiyordu. İşte fâsıklıkları, yoldan
çıkmaları sebebiyle onları böyle imtihan ediyorduk.
Bu
şehrin, Akabe limanına yakın Eyle şehri olduğu
genellikle kabul edilir. Bu sahil şehri Hz. Süleyman’ın Kızıldeniz’deki
donanmasının merkezi idi. Âyette bildirilen bu olay, Yahudilerin
ne dinî, ne de tarihî kitaplarında yer almıyor. Medine Yahudileri
tarafından bilindiği kesindir. Zira onlar birçok konuda Peygamberimize
itirazları ile meşhur oldukları halde, bu hususta hiçbir
itirazları olmamıştır.
164
– Hani onlardan bir cemaat:
“Allah’ın yerle bir edeceği veya şiddetli bir felaket
göndereceği şu gürûha ne diye boşuna öğüt verip
duruyorsunuz?” demişti.
O salih kişiler
de: “Rabbinize mazeret arzedebilmek için! Bir de ne bilirsiniz, olur
ki Allah’a karşı gelmekten nihayet sakınırlar ümidiyle
öğüt veriyoruz” diye cevap verdiler.
165-166
– Kendilerine verilen öğütleri
ve uyarıları kulak ardı edip onları bir tarafa bırakınca,
içlerinden kötülükleri
önlemeye çalışanları kurtarıp o zalimleri fâsıklıkları
yüzünden şiddetli bir azaba uğrattık.
Şöyle ki:
Onlar serkeşlik edip yasakları çiğnemekte ısrar
edince onlara: “Hor ve hakir maymunlar haline gelin” diye emrettik.
Şiddetli
azabın, maymuna çevirme olduğu, yani bunun daha önceki cümleyi
tekid ettiği söylenmiştir. Meal buna göredir.
167
– O vakit Rabbin, kıyamet
gününe kadar onları kötü azaba uğratacak kimseler ortaya çıkaracağını
bildirdi.
Muhakkak ki Rabbin,
dilediğinde cezayı çabucak veren, ama aslında gafurdur,
rahîmdir (affı ve merhameti boldur).
168
– Onları parça parça
topluluklar halinde dünyanın her yerine dağıttık.
Aralarında iyi kimseler de vardı, iyi olmayanlar da.
Kötülüklerden dönüş
yaparlar diye onları gâh nimetler, gâh musîbetlerle imtihan ettik.
169
– Onlardan sonra hayırsız
bir nesil geldi ki bunlar kitaba (Tevrat’a) vâris oldular,
ama âyetleri tahrif
etme karşılığında şu değersiz dünya
metâını alıp “Nasılsa affa nail oluruz!” düşüncesiyle
hareket ettiler.
Af umarken bile,
öbür yandan yine gayr-ı meşrû bir metâ, bir rüşvet zuhûr
etse, onu da alırlar.
Peki onlardan,
Allah hakkında hak ve gerçek olandan başka bir şey söylemeyeceklerine
dair kitapta mevcut hükümler uyarınca söz alınmamış
mıydı?
Ve kitabın
içindekileri ders edinip okumamışlar mıydı?
Halbuki ebedî âhiret
yurdu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için elbette
daha hayırlıdır.
Hâla aklınızı
başınıza almayacak mısınız?
170
– Kitaba sarılanlar
ve namazı gerektiği şekilde yerine getirenler bilsinler
ki,
Biz iyilik için
çalışanların mükâfatlarını asla zâyi etmeyiz.
171
– Hem bir vakit biz o dağı
bir gölgelik gibi İsrailoğullarının başlarının
üstüne kaldırmıştık da onlar, dağın üzerlerine
düşeceğini sanmışlardı.
O zaman demiştik
ki: Size verdiğimiz bu kitab’a ciddiyetle sarılın ve
içindeki gerçekleri düşünüp hiç hatırınızdan çıkarmayın
ki Allah’ı sayıp kötülüklerden sakınasınız.
172-173
– Rabbinin Âdem evlatlarından,
misak aldığını da düşünün:
Rabbin onların
bellerinden zürriyetlerini almış ve onların kendileri
hakkında şahitliklerini isteyerek “Ben sizin Rabbiniz değil
miyim?” buyurunca onlar da “Elbette!” diye ikrar etmişlerdi.
Kıyamet günü
“Bizim bundan haberimiz yoktu!”
yahut: “Ne yapalım,
daha önce babalarımız Allah’a şirk koştular, biz
de onlardan sonra gelen bir nesil idik, şimdi o bâtılı
başlatanların yaptıkları sebebiyle bizi imha mı
edeceksin?” gibi bahaneler ileri sürmeyesiniz diye Allah bu ikrarı
aldı. [4,176; 30,30; 33,72; 57,8]
Bu
âyette Cenab-ı Allah, Kendisini Rab kabul ettiklerine dair insanlardan
ikrar aldığını bildirmektedir. Bu ahdin zaman ve
mekânı hakkında farklı anlayışlar mevcuttur.
Âyet-i kerime bu esas prensibi kesin olarak ortaya koymakla beraber,
işin cereyan tarzını kesin olarak bildirmediğinden
anlayış farkları ortaya çıkmıştır.
Şöyle ki:
a-
Babasının sulbünden ayrıldığı sırada
olmuştur.
b-
Baba sulbünden çıkıp ana rahmine düşerek yumurtayı
döllemesiyle ceninin oluşmasını müteakip ruh üflenme
vaktinde (takriben dört aylık iken) olmuştur.
c-
Büluğa erme çağında Allah’ın nimetlerine ve rububiyetine
bizzat şahit olmaları tarzında olmuştur. Bu yorumu
yapanlar âyette temsili (sembolik) bir anlatım olduğunu düşünürler
ve derler ki: Allah varlığının, birliğinin
delillerini kâinata yerleştirmiştir. Kendi varlıklarına
yerleştirdiği akılları da buna tanıklık
etmiştir. Bunları yapmakla, insanın Rabbini ikrar etmesi
için bütün şartları hazırlamasıyla âdeta onun şahitliğini
almış saymıştır.
d-
İnsanlığın babası Hz. Âdemin sulbünden kıyamete
kadar gelecek bütün zürriyetini çıkarıp onlara: “Ben sizin
Rabbiniz değil miyim?” dedi. Onlar da: “Elbette” dediler. Ve o
gün takdir kalemi, kıyamete kadar olacak şeyleri yazdı,
bitirdi. Bu son izah aslında çeşitli tariklerden hadis olarak
rivâyet edilmiştir. Tefsircilerin ekserisi bunu kabul ettikleri
gibi, müslümanlar arasında en yaygın inanç da budur. Bütün
insanların aslını teşkil eden genlerin, bütün insanların
Babasının sulbüne sığabileceğini genetik biliminden
öğrenmekteyiz. Allah rûhlar aleminde bu ilk ahdi almış
olup, bizlerin “kalû belâ”dan beri müslüman olmamıza mani yoktur.
Allah’ın kudreti böyle yapmayı dilemişse öyledir. Vallahu
a’lem.
174
– İşte Biz böylece,
âyetleri iyice açıklıyoruz, olur ki düşünürler de inkârlarından
dönüş yaparlar.
175-176
– Onlara, kendisine âyetlerimiz
hakkında ilim nasib ettiğimiz kimsenin de kıssasını
anlat: Evet, o adam bu ilme rağmen o âyetlerin çerçevesinden sıyrıldı,
şeytan da onu peşine taktı, derken azgınlardan biri
olup çıktı.
Eğer dileseydik,
onu o âyetler sayesinde yüksek bir mevkiye çıkarırdık,
lâkin o yere saplandı ve hevasının esiri oldu.
Onun hali tıpkı
köpeğin durumuna benzer: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp
solur; kendi haline bıraksan da yine dilini salar solur! İşte
bu, tıpkı âyetlerimizi yalan sayan kimselerin misalidir. Sen
olayı onlara anlat, olur ki düşünüp kendilerine çekidüzen
verirler.
177
– Âyetlerimizi yalan sayarak
sırf kendi kendilerine zulmeden o kimselerin hali, ne çirkin bir
ibret levhasıdır!
178
– Allah kime hidâyet ederse
işte doğru yolu bulan odur; kimi de şaşırtırsa
işte onlar da kaybedenlerin ta kendileridir.
179
– Biz cehennem için cinlerden
ve insanlardan öyle kimseler yarattık ki onların kalpleri
vardır ama bu kalblerle idrâk
etmezler, gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları
vardır onlarla işitmezler.
Hasılı
onlar hayvanlar gibi, hatta onlardan da şaşkındırlar.
İşte asıl gafil olanlar onlardır. [46,26;
2,18; 8,23; 22,46; 2,171] {KM, İşaya
6,9-10; Matta 13,13-14}
180
– En güzel isimler Allah’ındır,
o halde bu isimlerle O’na dua edin. O’nun isimleri konusunda haktan
sapanları terkedin. Onlar işlediklerinin cezasını
çekeceklerdir. [17,110; 20,8]
Allah
Teâla sayılamayacak kadar fazla güzel fiilleri ve eserleri ile
Kendisini tanıtmaktadır. Bu fiillerin kaynağı O’nun
güzel isimleri, isimlerin kaynağı da zatî ve sübûtî sıfatlarıdır.
Allah Kendisini nasıl tanıtıyorsa insanın da öyle
tanıması gerekir. Yoksa insan kendi sınırlı
akıl ve duyuları ile Allah’ı tavsif etmeye kalkarsa ciddî
eksiklikler ve yanlışlar yapabilir. Kur’ân, Allah’ı ulûhiyetin
nihayetsiz hususiyetlerini ortaya koyacak en güzel isimlerle tanıtır.
Bu ilahî isimler vasıtasıyla insan, yaşayışının
her türlü durumunda Allah ile bir bağ kurma imkânına kavuşur.
Esma-yı hüsnanın en önemli işlevi Allah ile insan, insan
ile Allah arasında münasebetleri en ideal bir seviyede gerçekleştirmektir.
Kur’ân, insanlığa indirdiği esma-yı hüsna bağları
ile, şirkin ayrı ayrı tanrılara dağıttığı
birçok kavramı, Allah ile münasebete koyar. Böylece bu isimler,
insanlık için mümkün olan en yüksek seviyede bir marifetullahı
gerçekleştirirler. Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın 99 ismi vardır. Kim bunları bellerse, bunlarla
Allah’ı zikrederse cennete girer.” Alimlerin çoğuna göre,
esma-yı hüsna tevkifîdir, yani dinde hangileri bildirilmiş
ise yalnız onlar kullanılır. Mesela: “Allah alîmdir”,
denir, ama aynı mânaya geliyor diye “Allah âriftir, fatîndir, bilgedir”
denilmez. Allah’a yaraşmayan isimler vermek, veya vasfettiği
bazı isimleri O’na vermemek, O’nun isimlerini putlar hakkında
kullanmak, yahut o isimleri te’villerle gerçeğinden saptırmak
tarzlarında olur. Mezkûr yanlışlardan her biri, Allah’ın
isimleri konusunda “haktan sapma” ya girer.
181
– Yarattıklarımız
içinde, daima Hakka giden yolu gösteren ve onunla adaleti gerçekleştiren
bir topluluk vardır.
Hz.
Peygamber (a.s.m) “İsa nüzul edinceye kadar ümmetim içinde, hak
üzere kaim olan bir topluluk eksik olmayacaktır.” Bir rivayette:
“Kıyamet kopuncaya kadar, hak üzere kaim olan bir topluluk eksik
olmayacaktır” buyurmuştur.
182
– Âyetlerimizi yalan sayanları,
farkına varamayacakları şekilde yavaş yavaş
helâke yaklaştırırız. [6,44-45]
183
– Ben onlara mühlet veririm;
fakat vakti gelince Benim cezalandırmam pek kesin ve şiddetlidir.
184 – Bunlar hiç düşünmediler
mi ki kendilerine tebliğde bulunan arkadaşları Muhammedde
delilikten hiçbir eser yoktur. O sadece ilerideki tehlikelerden kurtarmak
için görevli bir uyarıcıdır. [34,46;
81,22] {KM; Yuhanna 7,20; 8,48}
185 – Hiç düşünmezler
mi göklerin ve yerin hükümranlığını, o muazzam saltanatı?
Düşünmezler mi Allah’ın
yarattığı herhangi bir mahlûktaki ilahî düzenlemeyi?
Onu da düşünmezlerse
bari ecellerinin yaklaşmış olabileceği ihtimalini?
O halde buna iman etmedikten
sonra, daha hangi söze inanırlar?
186 – Allah kimi şaşırtırsa
onu doğru yola getirecek yoktur. Allah onları azgınlıkları
içinde bırakır, körükörüne yuvarlanır giderler. [5,41;
10,101]
187 – Sana kıyametin ne
zaman geleceğini sorarlar.
De ki: “Onun ne zaman
geleceğine dair bilgi yalnız Rabbimin nezdindedir. Vaktini
O’ndan başkası açıklayamaz.
O kıyamet öyle bir
meseledir ki, ne göklerde ve ne de yerde ona tahammül edecek hiç kimse
yoktur!”
O size ansızın
gelecektir. Sen sanki onu biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar.
De ki: “Ona dair gerçek
bilgi yalnız Allah’ın nezdindedir; ama insanların çoğu
bunu bilmezler.” [21,38; 42,18; 79; 42]
{KM, Matta 24,3; Markos 13,32}
188
– De ki: “Ben kendim için
bile Allah dilemedikçe hiçbir şeye kadir değilim:
Ne fayda sağlayabilirim,
ne de gelecek bir zararı uzaklaştırabilirim.
Şayet gaybı
bilseydim elbette çok mal mülk elde ederdim, bana hiç fenalık da
dokunmazdı.
Ama ben iman edecek
kimseler için sadece bir uyarıcı ve bir müjdeleyiciyim.”
[72,26]
Bu
iki âyet, hak din olan İslâm’ın başlıca delillerini
pek güzel özetlemiştir.
1.
Hz. Muhammed (a.s.) gibi son derece akıllı, son derece dürüst,
güvenilir, güzel ahlâkın her bölümünde mükemmel bir şahsiyetin
onu tebliğ edip yaşamasında tatbik etmesi.
2.
Göklerin, yerin ve her bir yaratığın iyice incelenmesi,
o mükemmel nizamın, her şeye kadir mükemmel bir yaratıcısının
mutlaka bulunduğu.
3.
Âciz ve fanî olan insanın, diğer bütün insanlar gibi dünyadan
ayrılacağı gerçeği. Bütün hayatları emanet
veren, onları istisnasız geri alıyor. Şimdiye kadar
gerçeği anlamadıysa, bari imtihan vakti dolmak üzere iken
fırsatı değerlendirip, Hakka dönmeli. Hasılı,
bu üç küllî delilden de anlamayan insanın, gerçeği bulmasına
yol kalmamıştır.
189
– O’dur ki sizi bir tek
candan yarattı ve bundan da, gönlü kendisine ısınsın
diye eşini inşa etti.
Erkek eşini
sarıp bürüdü, o da hafif bir yük yüklendi, hamile kaldı. Onu
bir müddet taşıdı.
Hamileliği
ağırlaşınca her ikisi de Rableri olan Allah’a yönelip
“Eğer bize sağlıklı, kusursuz bir evlat verirsen
mutlaka Sana şükreden kullarından oluruz” diye yalvardılar.
[4,1; 49,13; 30,21] {KM,
Tekvin 2,21-22}
190
– Fakat Allah kendilerine
kusursuz bir çocuk verince, annesi de babası da ölçüyü kaçırıp
verdiği çocuk sebebiyle şirke bulaştılar.
Tuttular, Allah’a
birtakım şerikler yakıştırdılar. Halbuki
Allah onların yakıştırdıkları her türlü
ortaktan münezzehtir.
191-193
– O’na hiç bir şey
yaratmaya güç yetiremeyen, zaten kendileri de yaratılıp duran
mahlûkları mı eş ortak sayıyorlar?
Halbuki o şerikler,
kendilerini putlaştıranların imdadına yetişemezler.
Hatta onlar kendi
nefislerine bile yardım sağlayamazlar.
Şayet siz
onları doğru yola çağıracak olursanız size
uymazlar.
O müşrikleri
siz ha hakka çağır mışsınız, ha susmuşsunuz,
size karşı onların durumu aynıdır. [22,73-74;
37,95; 37,93; 21,58]
194-195
– Allah’tan başka
dua ve ibadet ettiğiniz bütün putlar, sizin gibi kullardır.
Onların tanrılığı
hakkındaki iddianız yerinde ise, haydi bakalım onları
çağırın da size cevap versinler bakalım!
Nasıl icabet
edecekler ki, onların yürüyecek ayakları mı var? Yoksa
tutacak elleri mi var?
Veya görecek gözleri
mi var? Yahut işitecek kulakları mı var, neleri var?
De ki: “Haydi bütün
şeriklerinizi çağırın, sonra bana istediğiniz
tuzağı kurun, haydi elinizden geliyorsa bir an bile göz açtırmayın!”
{KM, Mezmurlar 115,2-8; İşaya
44,9-20}
196
– Zira benim mevlam, o kitabı
indiren Allah’tır ve O bütün iyi kulların koruyucusu olup
onları korur. [11,54-56; 26,75-78;
43,26-28]
197
– Allah’tan başka
yardımınıza çağırdığınız
tanrılarınız ise sizin imdadınıza yetişemezler,
hatta kendilerine bile fayda ve yardımları dokunmaz.
198
– Siz o müşrikleri
(veya putları) doğru yola dâvet ederseniz işitmezler.
Onların sana
baktığını görürsün ama, aslında onlar görmezler.
[35,14]
199
– Sen af ve müsamaha yolunu
tut, iyiliği emret, cahillere aldırış etme.
200
– Her ne zaman şeytandan
sana bir vesvese gelecek olursa, hemen
Allah’a sığın. Çünkü o duaları işitip
icabet eder ve her şeyi bilir.
Allah’ın
emirlerine ve rızasına aykırı tarafa çeken, içten
içe dürten herhangi bir vesvese gelirse, müminin Allah’a sığınması,
istiaze kalesine girmesi emrolunuyor. İnanç esasları, ibadetler,
haramlar, insanlara karşı davranışlar, hülasa insanın
hayatında karşılaşacağı her türlü durumda
vesveseye mâruz kalınca Allah’a yönelmek, O’nun korumasına
girmek gerekir. Âyetin muhatabı zahiren Hz. Peygamber görünmekle
beraber, aslında bu hitabı işiten bütün insanlardır.
201
– Allah’a karşı
gelmekten sakınanlara şeytandan bir hayal sinyali ilişince,
hemen düşünüp kendilerini toparlar, basiretlerine tam sahib olurlar.
[3,7]
Allah’a
karşı gelmekten sakınanlar, müttakiler, kendilerini tam
emniyette hissetmezler. Şeytan onları da etkilemeye çalışır.
Fakat onlar bunu bildiklerinden, şeytanın bir tayf, bir hayal
eseri gibi bir etkisine mâruz kalıp gözleri bulanabilir. Ama çok
geçmeden gerçeği sezer, Allah’a sığınmak gerektiğini
hatırlar, basiretleri açılır, vartadan kurtulurlar.
202
– Şeytanların
dostlarına gelince, şeytanlar onları azgınlığa
sürükler, sonra da yakalarını bırakmazlar.
203
– Onlara keyfî olarak istedikleri
bir âyet veya mûcize getirmediğin zaman
“Hiç değilse
birşeyler bulup buluştursaydın
yâ!” derler.
De ki: “Ben, sadece
Rabbimden ne vahyolunursa ona tâbi olurum. Bütün bu Kur’ân Rabbinizden
gelen basiretlerdir, gönül gözlerini açan gerçekleri gösteren nurlardır.
İman edecek kimseler için bir hidâyet ve rahmettir.” [2,129;
6,104]
204
– Öyle ise, Kur’ân okunduğunda
hemen ona kulak verin, susup dinleyin ki merhamete nail olasınız.
Gerek
namazda, gerek namaz dışında Kur’ân okunurken mânasını
bilmeyenlerin sükût edip sükûnet ve huşû ile dinlemeleri, bilenlerin
ise mânalarını da düşünmeye çalışarak dinlemeleri
gerekir.
205
– Sabah ve akşam Rabbini,
içinden yalvararak, ürpererek ve yüksek olmayan, kendinin işitebileceği
bir sesle zikret, gafillerden olma! [17,110;
76,25]
206
– Rabbine yakın melekler
O’na kulluk ve ibadet etmekten asla kibirlenmez, hep O’nu tenzih ederler
ve yalnız O’na secde ederler.
Kur’ân-ı
Kerîm’de 14 âyetin okunması veya işitilmesi sırasında
“tilavet secdesi” yapılır. Bu secdeyi yapmak vaciptir.
Mushaf-ı
Şerifteki sıraya göre bu âyetler şunlardır:
A’râf, 206; Ra’d 15; Nahl 49; İsra
107; Meryem 58; Hac 18; Furkan 60; Neml 25; Secde 15; Sad 24; Fussilet
38; Necm 62; İnşikak 21; Alak 19.
|